25 Ağustos 2010 Çarşamba

TARTIŞMA USLÜBÜNÜN BOZUKLUĞU, BELDEN AŞAĞI VURMA (ŞİKE)

1989 yılından beri Mezhepler  Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Önce derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla  islamın muzafferiyetinden ziyade  mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende.  Yanılma payımı yok etmek yada en  aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerini, şii hadis, tefsir kitapları ve tarih kitaplarına merakım arttı. Gördüm ki, bir birinden çok farklı şii inanç akideleri var.. Bunun sebebi de Şiiliği tek bir tanımı olmadığından.  Hatta bir birini tekfir eden aynı mezhepten olduğunu iddia eden farklı inanç akideleri geliştiren gruplar var. Bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktalar.  Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. Bu süreçte edindiğim bilgileri insanlarla paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları yayınlamaya başladım.  Türkçe  faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki  sitelere de makale gönderdim. Ama çok büyük hakaretlerle karşılaştım. Ne seleficiliğim, Vehbiliğim kaldı ne kâfirliğim.  Hak etmediğimi düşündüğüm aşırı tenkit ve tepkiler  aldığımı düşünüyorum. Oysa ben bu sapmalara karşı, vahdetin olmasını savunan birisiyim. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres veren birisi asla değilim. Çünkü her inancın doğruları var. Farklı doğruları savunan insanlar diğerinin doğrularını ya kabul etmiyor ya da ikinci planda tutuyor.  Doğrudan adres belirleme yerine tanıdığım ve anladığım kadarıyla araştırdığım bir konuyu merak edenlere tanıtmak.   Müslümanın bir mezhepten olmasını gayet doğal ancak, mezhepçiliğin inaç acısından son derece tehlikeli buluyorum. İslam acısından farklı inanç sahiplerini tekfir etmeyi de yanlış bulmuyorum.

  Bu konudaki çalışmalar farklı bloglarda mevcuttur. Arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz.  Beğenirsiniz beğenmessiniz. Belki eksikler var, katkı sağlarsınız. Tenkit edersiniz.  Demem o ki, tartışmanın da tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak bilmiyorum sahibine ne kazandırır.  Eksik bulduğunuz yada beğenmediğiniz bölümleri yorumlayın buyrun tartışalım. Yada diğer okurlarla tartışın. Buna imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir ortamda görüşlerini söylemeleri. Teşekkürler. Allaha emanet olasınız derim..



http://kevseryaymaclk.blogspot.com/
http://71kevser.blogspot.com/2009/09/sia-sii-ve-siaclar-iyi-tanmak-gerek.html
http://ehlibeytinsahabeyebakisi.blogspot.com/2009/03/sia-ve-siaclar.html
http://71kerbela.bloggum.com/yazi/islamin-tek-kurtulus-siilik.html
http://kerbelam.bloggum.com/yazi/siilikle-ilgili-bildiklerimiz-dogru-mu.html
http://ehlibeyte.bloggum.com/yazi/sii-meshebinin-temel-inanci-imamet.html
http://www.bilgininefendisi.net/forum/index.php/topic,50822.0/wap2.html
http://benbirsiidim.blogspot.com/
http://talha95.yetkinforum.com/lk-forumunuz-f1/imamlarn-masumiyeti-inanc-ile-ran-kulturu-arasndaki-iliki-dikkate-demez-mi-t13.htm
http://kerbalela71.bloggum.com/yazi/kerbela-nin-baslangic-sureci.html

http://benbirsiidim.blogspot.com/
http://ehlibeytim.bloggum.com/yazi/ehlibeytcilik-0.html
http://www.imanehli.com/forum/islam_dunyasi_sii_yayilmaciligi_karsisinda_oldukca_savunmasizdir-t2154.0.html

http://benbirsiidim.blogspot.com/2009/10/bu-inanca-guvenilip-vahdete-gidilir-mi.html
http://kerbelam.bloggum.com/yazi/siiler-inanc-akidelerini-neden-saklarlar.html

http://www.cennetkapisi.com/mezheplerimiz/8322-sahabeye-haksizlik-etmeden-once-yaziyi-kere-oku.html
http://talha95.bloggum.com/yazi/imamet-allahin-emri-mi-iste-delilleri.html

http://kerbelam.blogspot.com/2009/11/kerbelade-neler-oldu.html

http://islamalgilamalari.blogspot.com/2010/06/siacilar-kimlere-denir.html
http://talha95.bloggum.com/yazi/buyuk-fitnenin-dogusu-ve-ehlibeyt-imamlarinin-olaya-bakisi.html

vb.

EHLİBEYT SAHABEYİ NASIL GÖRÜYORDU? VE BU GÖRÜŞ NASIL SAPTIRILDI

Ehlibeytin sahabeyi nasıl gördüğü günümüze ışık tutması acısından çok önemli bir husustur. Şia hareketinin ehlibeyt neresinde olduğunu tespit etmeden önce ehlibeytin sahabe ile ilgili görüş ve inancları nasıldı buna bir bakalım. Bunların tersini ifade eden ve Hz Ali ye maal edilen görüşler sonradan Hz Ali adına uydurulan yama görüşlerdir.
Hz Ali sahabeye bakışının kısa bir özeti “"Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabilerini gördüm. Sizlerden hiç birinin onlara benzediğini göremiyorum. Gündüzü saçları başları dağınık ve toz toprak içinde geçirirler, geceyi de secde ederek ve namaz kılarak geçirirlerdi. Dönüşümlü olarak alınlarını (secdeye) ve yanaklarını (yastığa) koyarlardı. Ahiretlerini düşünmekten ateş üstünde durur gibiydiler. Secdelerinin uzunluğu nedeniyle gözlerinin arasında (alınlarında) izler oluşurdu. Allah anıldığında gözlerinden yaşlar akardı. Öyle ki, göğüsleri ıslanırdı. Azaptan korkarak ve sevabı umarak, fırtınalı günde ağacın sarsıldığı gibi sarsılırlardı." Nehcu'l-Belâğa; Tahkik: Dr. Subhi es-Salih; Daru'l Kütübi'l Lübnani baskısı, Beyrut; sf. 143.
Yine Hz Ali daha önce kendi safında olup sıffın savaşında kendisine ihanet eden “Harici” diye adlandırılan grupla ilgili sözlerine bakalım
“Va'd olsun ki sizi mescitlerimizden ve cihaddan gelen ganimetlerdeki hakkınızdan alıkoymıyacağız”.
Daha sonra onlara İbn-i Abbas'ı göndererek yürüdükleri yolun yanlış olduğunu bundan vazgeçmelerini istedi. İbn-i Abbas'ın onlarla yaptığı münazaralardan sonra onlardan yarısı kadarı fikirlerinden vazgeçtiler. Geri kalanlarına da savaş ilan etti. Bütün bunlara rağmen soylarını esir etmemiş, mallarını -bîr koyun da olsa- almamış,
Kays b. Müslim, Târik b. Şihâb'tan naklettiğine göre. Târik şöyle diyor:
“Ali (r.a.) Nehrevan'da hâricilerin işini bitirdiğinde ben de Onun yanındaydım. Ali'ye (r.a.) denildi ki:
“Bunlar müşrik midir?” Ali (r.a.):
“Şirkten kaçtılar”.
“Münafık mıdır?”
“Münafıklar Allah'ı çok az zikrederler.”
“Peki nedir bunlar?”
“Bunlar bize isyan eden bir kavimdir. Biz de onlarla savaştık” buyurdular.
Görülüyor ki, Ali (r.a.) haricilerin kâfir veya münafık olmadıklarını aksine mü'min olduklarını açıkça beyan etmiştir. Ama bazı âlimler, bu görüşte değildirler. Ebu İshak el-İsferâyînî ve Onun yolunu izleyenler gibi. Bunlar:
“Açıkça bizi tekfir edenlerden başka hiç kimseyi tekfir etmeyiz. Kâfir kılmak onların değil, yalnız Allah (c.c.)'a mahsus bir haktır. Yine insanın kendisine iftira edene misliyle muamelede bulunması, akrabasına kötülük ettiği için kendisinin de onun akrabalarına kötülük etmesi doğru ve hakkı değildir. Böyle bir şey Allah (c.c.)'ın hukukuna göre haramdır. Hıristiyanlar Peygamberimize sövseler, biz de İsa (a.s.)'ya sövemeyiz. Râfizîler Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i tekfir ediyorlarsa, bizim de Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir etmemiz doğru değildir.” diyorlar.
Süfyan, Ca'fer b. Muhammed O da babası el-Bakır'dan naklettiğine göre Muhammed Bakır şöyle diyor:
“Ali (r.a.) Cemel vakasında -yani Siffin gününde- aşırı giden bir kişinin sözlerini işitince ona şöyle dedi:
“Konuşacaksanız yalnız doğru olanı dile getiriniz.”
Ortada bir topluluk vardır iki, kendilerine zulmettiğimizi iddia ediyorlar. Biz de onların bize zulmettiklerini söylüyoruz. Bundan dolayı da onlara savaş açtık.”

Mekhûl’un rivayet ettiğine göre, Ali'nin (r.a.) taraftarları, Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından ölenlerin durumunu sormaları üzerine Ali (r.a.):
“Onlar mü'mindirler,” cevabını verdi.
Abdul vâhid b. Ebi Avn şöyle diyor:
Ali (r.a.), Estere dayalı olduğu bir vaziyette Sıffînde vefat edenlerin yanından geçti. Hâbis el-Yemanî'yi de vefat edenler arasında gördü. (Bu zât Habis b. Rabia el-Yemânî'dir. Çok ibadet eden ashabtandır. Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından olup Sıffînde şehid düşmüştür. )
O esnada Ester:  Allah'tan geldik, Allah (c.c.)'a gideceğiz -hayretini izhar ederek- Ey Emirul Mü'minin! İşte Habis el-Yemanî Muaviye'nin taraftarları arasındadır. Üstünde de Muaviye'nin alameti vardır. Vallahi ben onu müslüman zannediyordum, demesi üzerine Ali (r.a.):
“O şu anda da müslümandır.” buyurdular.
Ahmet b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsterî'nin Ebu Zur'a er-Râzi'den rivayet ettiği şu sözler çok önemlidir. “Ashab-ı Kiramın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü, bilki, o zındıktır. Çünkü bizim nezdimizde Rasulullah haktır. Kur'ân haktır. Kur'ân-ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah'ın ashabıdır. Bu zındıklar ise, kitab ve sünneti iptal etmek için ashab-ı kiramı cerh ediyorlar. Oysa cerhe müstahak olan kendileridir. Zîra zındıktırlar.” (cerh; Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek) sözünün muhatabı olacak kadar olayı radikalleştirmenin bir anlamı olmasa gerek.

Ehlibeytten olan Hz. Zeyd, Zeynelabidin’in oğlu (699-740). Yıllarında yaşamış Cafer-Üs Sadık'ın da kardeşidir. Kendini tamamen ilme vermiş, Çağındaki âlimlerle sıkı bir münasebet kurmuş muhterem bir zattır. O dönemdeki birçok insan ondan ilim tahsil etmişlerdir. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de bunlardandır. Zeydiler imamlığın ona ve soyuna geçtiğine inanırlar. Büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i kelamcı olan Hz. Zeyd, kardeşi İmanı Cafer'in ikazlarını dinlemeyip emevilere karşı ayaklanmıştır. İmamı Azam Ebu Hanife ona bu mücadelesinde gerek maddi acıdan gerekse manevi acıdan yanında olmuş, yaptığı vaaz ve nasihatlerinde onun haklılığı ve ehlibeyte destek olunması yönünde halkı telkinde bulunmuş başarısı için çok büyük gayretleri olmuştur. Bu yüzden zamanın valisi İmamı Azam ın oğlunu hapsettirmiş zeyde olan desteğini çekmezse daha kötü gelişmelerin yaşanacağı konusunda onu tehdit etmiştir. Hatta İmamı Azamın hapsedilmesi işkence ile zindanda şehit edilmesi yine bu yüzden olmuştur. Zeyd bin Zeynelâbidîn Emevî ordusuna karşı sa¬vaşa çıktığında Ebu Hanife onun hakkında: «Zeyd'in bu çıkı¬şı, Resululîah (S.A.V.)'in Bedir savaşındaki çıkışına benzer.» diyeryek desteğinin çok güçlü tutmuştur.
İşte bu süreçte Zeyd bin Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı kirâmın bazılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halifeye karşı kışkırtarak halife tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftarları üzerine kuvvet gönderdi. Halifenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr gözüken o günün en büyük şia grupları ona; " Ebu Bekir ve Ömer’i nasıl bildiği ve birinci halifeliğin kimin hakkı olduğu” konusunda soru yöneltmişlerdir. İmam da "Ben gerçekten Ebubekir ve Ömer hakkında kötü düşünmem. Babam da, dedelerim de düşünmezdi. Ancak, halifelik hakkı dedemindi” demiştir. Bunun üzerine şia grup liderleri “ o zaman Ebû Bekr ve Ömer'e düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellemin sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men etti. Bunun üzerine dört yüz kişi hâriç diğerleri savaş alanını terk ettiler. Bizler Ebu Bekir’e Ömer’e düşman olan, onların aleyhinde bulunan başka ehlibeyti bulur ona biat eder destek veririz, onunla mücadelemize devam ederiz diyerek Zeyd’e en dar dönemde ihanet ederek terk etmişlerdir.

Şİİ AKİDESİ NASIL OLUŞTURULDU?

       İslamın doğuşu ve yayılması sürecinde islam coğrafyasındaki karışıklıklar ve ilmin islam toplumlarına yeterli ulaşamaması neticesinde, İslâm düşmanları, peygamber (sav)’in söylemediği uydurma sözlere hadis görüntüsü verip onlara islâmî olmayan anlamlar ve islâm’la çelişen mefhumlar yükleyerek Müslümanların bunları sahiplenmesini, amel etmelerini sağlayarak islamdan uzaklaşmasını hedeflediler. Bunun için de Peygamber (sav)’in hadislerine birçok yalan söz katıp bunları insanlar arasında yaygınlaştırmaya başladılar.


Bu gelişmeleri yakından takip eden islamın bugün bizlere sağlıklı bir şekilde ulaşımını sağlayan önderleri, çeşitli zulüm hareketleri, büyük hatalar ve davranışlarından dolayı hiç bir şeyin farkında olamayan mevcut yönetimin konuya ilgisini beklemediler. Bu olumsuzluğun önüne geçmek İslamı gelecek nesillere bozulmadan ulaşımını sağlamak için yönetimden bağımsız bir çalışma içine girdiler. Bu gayretleri Yönetimden uzak durmaları sebebiyle devlet tarafından horlanıyordu. Bu âlimler islam coğrafyasındaki karanlık amaçlara yönelik hazırlanan planları çabuk fark etti ve bu oyunlara gelmedi. Hadis ilminin islamın ana kaynağını oluşturduklarını bildikleri için herkese ve her söze kulak asmadılar. İslâm bilginleri Ravilerin vasıflarının; bilgin, emin, âdil zabıtça güçlü ibadet, takva ve salih amel yönünden essiz olan sahsiyetler olmasına dikkat ettiler. Onları teker teker yakından tanıdılar. Hiç şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek şekilde gerekli bütün çalışmaları yaptılar. Rivayet tarihine kadar ciddi, titiz bir çalışma sonucunda hadislerin korunmasını sağladılar. Hadislerde, müsamaha gösterenlerin rivayetlerinin önüne geçmişlerdir. Râvilerin genç ve hafızalarının kuvvetli olduğu yaşlardaki rivayetleriyle, unutkanlık gibi arızaların meydana geldiği yaşlılık devrelerindeki rivayetleri arasında bulunan farklılığı tesbit ederek, gerekli olan zabıt, adalet ve benzeri sartların tahakkuk etmediği devrelerde rivayet ettikleri hadisleri ayırt etmişlerdir. Hatta hadis rivayet eden; sahabeyi çok geniş tutmayıp tabiin ve tebaattabiinle sınırlandırmışlardır. Bunlardan sonra hiçbir rivayet kabul etmemişlerdir. Raviler sınırlandırılmıştır, Herhangi bir müslümanın, bir hadisin sıhhatli olanını zayıflarından, zayıf olanını uydurma olanından ayırabileceği yeterli derecedeki sened ve metin çalışmalarını yaparak, hadis kitaplarını da derecelendirerek ortaya koymuşlardır. Hz peygamberimizin
“Bana yalan isnâd etmek, sizden birinize yalan isnâd etmek gibi değildir. Her kim, bana bilerek yalan isnâd ederse, Cehenneme girsin.”
Sözündeki ciddiyeti hiç kulak ardı etmemişlerdir. Bu Hadis âlimleri doğruluğu araştırma bakımından en güçlü şahsiyetlerdir. Muhaddislerin sıhhatinde ittifak ettikleri haber mutlaka haktır. Yine onların ittifak ile hatalı ve önemsiz kabul ettikleri rivayet de hükümsüzdür. Fakat ihtilaf ettikleri rivayet varsa ona da insaf ve adaletle bakılır. Hadis kritiğinde esas olan budur.

Mâlik, Şu'be, Evza'î, Leys, iki Süfyan, iki Hammad, İbn-i Mübarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdi, Vekî, Şafiî, Ebubekir (r.a.), Ebu Şeyde, Buharî, Ebu Zur'â, Ebu Hatim, Ebu Davud, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban ve benzeri âlimlerle, cerh ve ta'dil mutahassısları bu görüştedirler.
Râvilerin bilinmesi ile ilgili birçok kitaplar da tasnif edilmiştir. İbn-i Sa'dın Tabakatı, Buhari'nin Tarihi, Ali b. el-Medâyinî'nin kitabı gibi.
Müsnedlenden de, Ahmed b. Hanbel'in mesnedi, hadis kitaplarından İshak, Ebu Davud, İbn-i ebi Şeybe, Tabarânî gibi eserler vardır.
Hülâsa bu hususta oldukça eserler te'lif edilmiştir.
Hadisleri sıhhat ve senetleriyle bilmek ehl-i sünnet vel Cemaatin hususiyetlerindendir
Çoğunlukla bu süreçlerin içinde ehlibeyt mensuplarında bulunmuştur. Kimi zaman bu calışanları yürütenlerin hocası olmuş kimi zaman onlarla beraber bu hizmetleri yürütmüşlerdir. Böylesi titiz bir çalışma içinde bulunanlardan Buhari’nin calışmaları için o zamanın şartlarına göre elli bin kilometre yol kat ettiği belirlenmiştir. Bugün bize miras bıraktıkları o yüce sözler öyle kolayına bize ulaşmış sözler değildir. Üzerinde çok büyük emek ve mesai var olduğu unutulmamalıdır.

Bu kadar ciddi bir çalışmanın yanında, Şiiler de bu furyadan geri kalmak istemediler. O günlerde

İslam âlimlerinin hadisleri toparlama gibi ulvi bir görevi yerine getirdiği dönemlerde, Yönetimin emrine amade olmuş hanedanın yakınlarındaki bazı camilerde ise ehlibeyte yalan yanlış saldırılar yapılıyor yezit ve avanesine övgüler yağdırılıyordu. İslamı bilmeyen ve Emevi hanedanına karşı olan bazı insanlar bu söylemleri dine katmalar olarak yorumladı ve bu söylemleri duymaktan ikrah ediyorlardı. Bundan kurtulmanın carelerini aranırken fitne devreye girdi. “Emevi uydurması islamı duymamanın tek yolu camileri terk etmek” propagandası yapıldı. Böylece camilere gidilmenin önüne gecilmeye calışıldı. Emevilerin bu yanlış davranışının bedeli bir kısım insanların camilerden uzak kalıp İslami bilgilerden uzaklaştırılmasını sağladı. Bu büyük hata islam düşmanları için aranıpda bulunmayacak bir ortamı sağladı. İslamla ile toplum bağı yavaş yavaş koparılmaya başlandı. Hissiyat sahibi insanlar yoğun propagandalar eşliğinde Emevi hanedanlığı ile camilerin bütününü özdeşleştirerek, birine karşı olma duygusunu kullanarak ikincisine karşı olmayı meşrulaştırdılar. Bundan faydalanarak İslami gerçeklerin emevi hanedanının siyasetine göre şekillendiği kanısını toplumda yerleştirmeye çalıştılar. Ondan dolayıdır ki günümüzde aleviler bizleri camilerden kovdular diye camiye gitmezler.!

Bu halk tabakaları, olayları kendileri gibi yorumlamayanları yönetimin yanında yer almasalar bile kendi yanlarında olmamaları sebebiyle ,karşı taraf görüyor, meseleye siyah ya da beyaz algılaması ile yaklaşıyordu. Olayın böyle yorumlanmasında gayret gösteren fitne liderleri bu anlayışın doğruluğu çerçevesinde toplumu yönlendiriyor bunlardan da uzak durulması gerektiğini onları da sistemin bir parçası olduğuna halka inandırıyordu. Çünkü onlara göre kendilerinden olmayanlar karşı tarafdandı. Yani hanedanın safındaydı. Hatta bu yaklaşım onlarda o kadar ileri gitmişti ki, ehlibeyt imamlarından büyük mücadele veren İmamı Zeydi bile bu uğurda kolayca terk ederek savaşta yalnız bırakmışlar ve şehit olmasına neden olmuşlardır. Bu mantık ve anlayışla, önlerine çıkan her şeye doğru ya da yanlış diyor, nüansa hiç yer vermiyor toptancı bir yaklaşım sergiliyorlardı.

Bu yaklaşım içinde olanlar sahih hadisleri senedine ve ilmi metoduna dikkat etmeden toptan reddettiler. Siyasi savaşlarda Hz. Ali'nin yanında bulunanların rivayet ettigi hadislerin dışında kalanları tamamen yok saydılar. Ançak, kapılarını acık bıraktıkları üç beş sahabeden ve imamlardan gelen rivayetle fıkıh oluştursalarda bunların kendi iddialarına cevap vermediğini gördüler. Düşüncelerine Kuran dan da destek bulamayınca İnançlarına delil bulmak aydına gördükleri boşlukları hadis uydurarak doldurma cihetine gittiler.

Bu konuda şia kültüründe o kadar ilginç yaklaşımlar vardır ki: Hadis ve menkibe uydurmada bir yarış sergilendiğini, hatta çok hadis uyduranların daha kolay cenneti kazanılacağı inancının varlığı maalesef ki bir gerçektir. Bunların da ötesinde eli yatkın olanlara uydurdukları hadis karşılığında para ödendiğini görürsünüz. Bu hadislerin hemen hemen hepsi imamlara söylettirilmiştir. Uydurma hadislerle, takiyyeye ve İmamalara masumiyet kapısını acılınca işleri daha kolay yürümüştür. Çünkü masum olan imam yalan söylemez bir şey uydurmaz, peygamber derecelerinden daha yüksek bir konumda olduğu için de her bilgiyi Allah’tan alır. Durum böyle olunca da imamlara söylettirilen hiçbir söz kimse tarafından asla sorgulanamayacaktır. Dolayısıyla bu hadisleri imamlardan kimlerin duyduğu yani ravisi çok önemli değil. Bunun için şianın hadislerinin çoğunu meçhul sahıslar rivayet ederler ve derler ki: Muhammed b. İsmail'den o da ashabımızdan birinden, o da bir adamdan rivayet etti ki söyle dedi..." hatta bazı ravilerde kopukluk görülür orada “kim ola ki “ifadesi mevcuttur.
Meselâ, dünya zevklerine önem vermeyen Şiilerce değerli bir zâhid olarak tanınan Meysere b. Abdirabbih adındaki kişi, vefat edeceği sırada Hz.Ali’nin faziletleri hakkında yetmiş hadis uydurduğunu açıkça itiraf etmiştir.
Şia âlimleri bu şekilde oluşturdukları kitaplarını Mehdi Aleyhisselama arz edildiğini ve onun tasdikinden gecirildiğını ifade ederek kimsenin tereddütüne meydan bırakmamışlardır. Bununla alakalı kendi kitaplarından bir örnek, Şia'nın en muteber kaynak hadis kitabı diye andığı kitap, El- Kûleyni'nin 'KAFÎ' ismindeki kitabıdır. İçinde 16.099 hadis vardır. Bu hadis kitabının yazarı

El-Kuleyni için; “Muhammed Taki el-Meclisi şunları söyler: Doğrusu bizim zehabın âlimleri arasında onun gibi birisi yoktu. Onun aktardığı rivayetleri inceleyen, kitaplarının bilgi tertibini irdeleyen herkes bilir ki, o, Allah tarafından teyid edilmiş biridir. (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa III.)

Kâfi (yeterli) kelimesinin menşei konusunda şöyle diyorlar: “Yüce Allah, bu kitabı yirmi senede yazmasını müyesser kıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Şii Müslümanlar kendileri için dinin her alanında yeterli (Kâfi) gelecek bir kitap yazmasını istiyorlardı. Çünkü Kuleyni, görüş alışverişinde bulunacağı, müzakere edeceği, ilmine güvenilen zatla görüşüyordu. Bazı âlimler, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettiği ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve “ Şia’mız için kâfidir”. Dediği inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)
İmamlar yaşadıkları dönemlerdeki halifelerle olan ilişkileri, şia akidesine uygun olmadığı için, yani Hz Ali nin diğer halifelerle iyi geçinmesi, Hz. Hasan ın halifeliği Muaviye r.a. teslim etmesini, diğer imamların çoğunun yönetime baş kaldırmama-sını kendi anlayışlarıyla uyumlu hale getirmek ve daha birçok şeyi kurtarmak içinde takiyyeyi dinin bir esası olarak koymayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Takiyyeyi imanın olmazsa olmazı yani imanın bir şartı haline getirmişler bunu uydurma hadislerle kurumsallaştırmışlardır. Uydurma hadis konusunda verilecek örnek yüz binlerle ifade edileceği için bunu bir bir saymanın anlamı yok. Çünkü itikadi anlamda islam anlayışıyla örtüşmeyen bütün konulardaki hadisleri birbiriyle çelişkili biri diğerinin hükmünü ortadan kaldırır niteliktedir. Hemde kuran’la da çelişkili. Onun için Şiiler Kurana fitne demektedirler. Yani anlaşılmaz bir kitap olarak tanımlarlar bunu yalnız Hz Ali nin anlayabileceğini ifade ederler ki tevil konusunda meydanları boş olsun ve ali adına da kuranı istedikleri gibi yorumlayabilsinler. Kuran ın fitne olması tabiri günümüz Şiilerince bazı TV kanallarında şii âlimler tarafından canlı olarak maalesef ki söylenebilmektedir. Ayrıca Hz. Ali için konuşan kuran demektedirler. Onlara göre Hz Ali bütün peygamberlere gelmiş kitap ve dinleri olmuş ve olacakların bütün ilimlerin hepsini bilir!. Onların profilini çizdiği Ali bütün peygamberleri katlamış durumdadır.

Şiacılar kendi doğrularını ispatlamak için, kendi kaynakları dışında kalan kendileri acısından hiçbir değeri olmadığı halde sadece iddialarına delil acısından ehlisünnet kaynaklarını da kullandıkları bilinmektedir. Yine kendi tezlerini doğrulamak adına ehlisünnet kaynağı olmadığı halde isim benzerliklerini kullanarak yalan yanlış bilgilerin bulunduğu bazı kaynaklarında ehlisünnet kaynağı gibi gösterdiklerine sık sık rastlanmaktadır. Bunu gösterirken de metinin tamamını değil işlerine yarayan kadar bölümleri cımbızla cekip aldıklarını, alınan kısmında konunun bütünü anlatmaktan ziyade başka anlamlara hizmet eder hale getirmektedirler. Mesela kendi amacları acısından kullandıkları Hz Ali’nin faziletleriyle alakalı birçok hadisi Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını söylerler. Dayandırdıkları eser İncelendiğinde sözü edilen hususların Ahmet B. Hanbel’in müsnedinde olmadığını görürsünüz. Ama Ahmed b. Hanbel sahabenin faziletleri hakkında telif ettiği bir başka eserinde, başta Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a.) olmak üzere sahabenin faziletleri ile ilgili olarak rivayet edilen hadislerin içinde, zaif ve sahih hadisler neler olduğunu sıralamış bunların bilinmesini amacladığını belirtilerek zayıf hadislere işaret etmiştir. Sahabîlerin faziletleriyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbelin kitabına toplanan zayıf hadislerin aslı Ahmed b. Cafer b. Hamdan el-Katiiye (273-368) kitabından alınmadır. Bu kişi Bağdad civarındaki Dakik adlı Katia (toprak parçası) da oturuyordu. Buna izafeten kendisine “El-Katîî” denilmiştir. ) Katinin aynı eserinde oğlu Abdullah'ın Ahmed b. Ca'fer b. Ham'dan el-Katîî'nin üstadlarından rivayet ettikleri ziyadeler vardır. El-Katî'nin ziyade ettikleri rivayetlerinin çoğu yalandır.
Şiacıların Ehlisünnet kaynaklarında var deyip verdikleri örnekte amacından saptırdıkları yüzlerce örnek vardır. Bunlardan da örnek verecek olursak; ehlisünnet kitaplarından yapılan bir alıntı şia kitaplarında şöyle yer almaktadır.
Ehli sünnetin en muteber kaynaklarında bile bizim gerceklerimiz yer almaktadır şöyle ki; diyerek başlayan metinlerinde “Ömer şöyle demiştir: Ebubekir'e biat bir kayma idi. Allah bizi onun şerrinden korudu, kim bu biat'a benzer bir biat'a dönerse onu öldürün”. Denilmekte ve Bu söz ise Ebubekir'e töhmeti gerektirir şeklinde yorumlanmaktadırlar. Oysa Müslim ve Buhari'de rivayet edilen Ömer'in (r.a.) sözü şöyledir:
“Sizden bazılarınızın şayet Ömer ölürse, filan adama biat edeceğim, dediğini duydum, sizden biriniz, Ebubekir'in biati bir kayma idi deyip de kendisini aldatmasın. O biat gerçek bir biat idi. Fakat Allah (c.c.) ihtilafı bir an önce sona erdirmekle fitneyi söndürdü. Aranızda boyunların kendisine râm olacağı, kim varsa o da ancak Ebubekir'dir.” Bu saptırmalar ne ilktir ne de son olacaktır.
Yine Şiacıların hadisi şeriflere nasıl ilaveler yaparak değiştirdiklerini gösterme acısından da örnek verilmesi gerekirse,
Alî bin Muhammed ibni Sabbâğ-ı mâlikî (Füsûlül-mühimme) kitabında, Elmenâkıb kitâbından alarak diyor ki, İbnil-Müeyyedden işitdim. Birgün, Ebû Büreyde, Resûlullahın yanında oturuyordu. Ebû Büreyde diyor ki, Resûlullah efendimiz, (Rûhum yed-i iktidarında bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, kıyâmet günü, insanlardan ilk sorulacak şey, ömrünü ne ile geçirdin, bedenini, ne yaparak eskitdin, malını nereden kazandın ve nerelere verdin ve Resûlümü sevdin mi, soruları olacaktır) buyurdu. Yanımda bulunan hazret-i Ömer, sizi sevmenin alâmeti nedir yâ Resûlallah, dedi. Mubârek elini, yanında oturan hazret-i Alinin başına koyup, (Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir) buyurdu. Yine bu kitapda diyor ki, hazret-i Alî (Vallahi Nebiyy-i ümmî “sallallahü aleyhi ve sellim” efendimiz, beni sevenlerin mü’min olduklarını, sevmiyenlerin ise, münafık olduklarını bildirdi) dedi. İşte, kıyamet günü, sevgisi herkesten sorulacak, bir zât, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı, diyerek bu söze katmalar yaparak Hz Ali nin imametini isbatlamak için kullanıyorlar. Oysa hadisin hakikati İmâm-ı Muhammed bin Îsâ Tirmüzî (209 da tevellüt, 279 da vefât etdi) şöyle bildiriyor: “İnsana, kıyamet günü dört şeyden sorulacaktır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yapdığı, malını nereden kazandığı, cismini ne ile eskittiği sorulacaktır”. Taberânî de, bu hadisi bildiriyor ise de, son cümlesi yerinde, gençliği ne ile geçirdiği yazılıdır. İşte, hadîs-i şerîfin doğrusu böyle bildirilmiştir. İçinde, Ehl-i beyti sevmek ve hazret-i Ömer’in her hangi bir şekilde adı geçmesi yoktur.

Söz konusu kişi Mâlikî denilen İbni Sabbâğ mâlikî mezhebinde birisi değildir. Kitapları, yazıları gösteriyor ki, o şî’î mezhebindedir. (Hârezm odunu) olarak meşhur olan ibni Müeyyedin de, şî’î olduğunu konuya alaka duyan bütün âlimler bildirmektedir. Şî’îlerden ba’zısı, hadîs-i şerîfleri değiştirip büyük bir hadis âliminin ismini koyarak amac ve anlam değişikliğine uğratarak kendi amaçlarında kullanıyorlar. Böyle yalanlarla, Müslümanları aldatmağa çalışıyor. Kitaplarda, doğrusu yazılı olan bir hadîs-i şerîfi, değiştirme anlayışının amacı dine hizmetmidir? yoksa dini amacından saptırmaya çalışmakmıdır? Bunun çok iyi muhakeme edilmesi ve Hz. Ali ve ehlibeytle ilgili hadislerin büyük bir çoğunluğunun bu şekildeki operesyonlarla mevcut hallerine getirildiği unutulmamalıdır. Bununla berâber, burada, halîfeliği anlatan hiçbir hususda yokdur.

Ehl-i beyti, şânlarına uygun olarak sevmek ve onları anlamak demek, islâmiyyete bağdaşmayan ifadeleri onlara yakıştırmak demek değildir. Meselâ İbni Bâbeveyh uydurup (İbni Abbâs buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin gûya (Allah Alîyi sevenleri Cehennemde yakmaz), Yine (Alîyi seven bir kimse, yehûdî veyâ hıristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) ifadesi bir başka (Alîyi sevene hiçbir günâh zarar vermez), yine benzeri (Alînin şî’asına kıyâmet günü, ne küçük günâhdan, ne de büyük günâhdan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir). Bu uydurma sözleri, hadîsdir diyerek, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize iftirâ etmek haksızlık değil midir? Aman Allahım bu kadar yalan bu kadar bühtan akıl alacak gibi değil. Bu anlayışı nasıl bir anlayıştır. Bunun islam acısında bir izahı bulunabilir mi?

Şia felsefesini gizemli kılan kendi inanclarına kılıf giydiren hadislerine bir bakalım “... Fudayl b. Sukre şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Sana kurban olayım! Ölünün yıkanmasında kullanılan suyun belli bir miktarı var mıdır?” Buyurdu ki: “ Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)’a dedi ki: Ben öldüğüm zaman, Ğarş kuyusundan altı kırbaç su çıkar. Beni yıka, kefenimi sar ve üzerime koku sür. Beni yıkamayı ve kefenlemeyi tamamladığın zaman, kefenimin uçlarından tut ve beni oturt. Sonra bana istediğin şeyi sor. Allah’a yemin ederim ki, o zaman bana sorduğun her şeye cevap veririm.”“ (Usul-u Kâfi sh 426 H.765. )
“... Eban b. Tağlip , Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: “ Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edeceği sırada Ali (aleyhisselâm) eve girdi. Resûlullah, onun başını örtünün altına soktu, sonra: “ Ey Ali “ dedi. “ Ben, öldüğüm zaman beni yıka. Ve kefenimi sar. Sonra beni oturt. Ardından bana soru sor ve sözlerimi yaz. “ (Usul-u Kâfi sh 426 H.766. )

Mantığını ve aklını kullanan bir insan şunu sormaz mı?, Peygamberimiz Vefat etmeden önce dini tam olarak tebliğ etmedi mi? Allah Kuranında dini tamamladığını söylemedi mi? Elbette ki söyledi. Bu olay İslam dini açısından kabul edilen bir yaklaşım mı? Peygamberimiz öldükten sonra, Risalet görevi son bulduğu gibi, Ölülerle Canlılar arasındaki birebir diyalog olayı olmaz ki. Söyleyecek bir şeyi var idiyse ölmeden önce söylemeye imkân mı yoktu? Fırsat mı bulamadı? Peygamberimiz tekrar tekrar ölüp dirilmediğine göre, ona ölü haldeyken konuşma atfetmeleri de Kur’an’a aykırıdır. Ancak yeni bir din ortaya koymaya çalışan bu kafa kimsenin olmadığı yerde Hz peygamberimiz öldükten sonra dirildi ve Kimsenin bilmediği konularda Hz Ali ye bilgiler verdi onu bilgilendirdi ona gizemlilik kazandırdı. Yani işin aslı şu; Şiacıların uydurdukları anlayışa mevcut hadis ve tarih kaynaklarından bulamadıkları delili kalan eksiklikleri Kuran’ın mana ve anlamını değiştirerek, yeni hadis uydurarak, yakın tarihi yeniden kurgulayarak giderme yoluna gitmişlerdir. Bunun başka en ufak bir izahı yoktur. Çünkü Hz Ali peygamber derecesine nasıl getirilecek?, ona bu kadar güç nasıl yüklenecek?. Hz Peygamberin sağlığında Hz. Ali ile ilgili söyledikleri her şeyin yer ve zamanı değiştirilerek biraz bir şeyler kurgulanabildi!. Ama bu yetersiz gelince yeni seneryolara ihtiyaç oldu. Bu ve benzeri safsatalar Hz Ali ye söyletmek istenen fakat daha önceden hiç söylenmemiş kimsenin bilmediği konuları yani şianın kafasındaki dini anlayışı Hz Peygamberi yeniden dirilterek Hz Ali dikte ettirmesi projesinden başka bir şey değil. Şia bütün kurgularını bu ve bu benzer bir anlayışta geliştirmiştir.

Yini bir başka gizem ve edepsizlik dolu bir hadislerinde;
“... Cafer b. Müsenne el-Hatip şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Medine’deydim, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin üzerindeki tavan çökmüştü. İşçiler çatıya çıkıp iniyorlardı, biz de bir cemaattik. Arkadaşımıza dedim ki: “İçinizde bu gece Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a gidecek var mı?” Mihran b. Ebu Nasr” Ben.” dedi. İsmail b. Ammar es-Sayrafi de “Ben” dedi. Bu ikisine dedik ki: “O na yukarı çıkıp oradan Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrine bakmamın caiz olup olmadığını sorun.”

“Ertesi sabah ikisiyle karşılaştık ve bir yerde toplandık. İsmail dedi ki: “Sözünü ettiğiniz şeyi İmama sorduk, bize şu cevabı verdi: “ Onlardan hiçbirinin Nebi’nin kabrine yukardan bakmasını istemem. Çünkü gözünü kör edecek bir şeyi veya Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi namaz kılarken ya da bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim. “ (Usul-u Kâfi sh 684 H.1225. )

Peygamberimizin mezarına bakılınca kabirde “bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim“gibi ifadeler kullanılarak cinselliğe vurgu yapılması bu sözü meshep imamı olarak gördükleri kişiye söyletmeleri adı gecen güzel insana saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu anlayışın içinde buna benzer binlerce hadisi görmek mümkündür. Buradaki hadis öğretisi ile ne amaclandığı dikkate değerdir. Yani bir söz olsun adı hadis olsun imama söylettirilsin gizemli olsun, inandıkları bir şeyin kılıfı olsun ve bunun adı din olsun.

Tabi ki bu sözlerin hiç birisi, kendinden sonra imam tayininde de bulunmayan Ca’fer es-Sadık ait değildir. İmamet mevzuunda bile birlik içinde olmayan şia grupları, İmam Ca'fer es-Sadık 'ın ölümünden sonra muhtelif fırka ve mezheplere ayrılmış, her gurup fikirlerinin gülcülüğünü göstermek kendilerini bu imamın taraftarlarına kabul ettirmek amacıyla da bütün görüşlerini ona dayandırmışlardır. Bu sürecte imamlarla ilgisi olmayan ve imamlara ihale edilen binlerce görüşün ortaya cıkışını aydınlatması acısından Şa'bi'nin şu ifadeleri oldukça önemlidir: "Hz. Ali adına bir tek yalan uydurmam karşılığında bana köle olmalarını ve evimi altınla doldurmalarını isteseydim muhakkak kabul ederlerdi." (İbn Abdi Rabbih el-Ikdı'l-Ferid,c.2 sh:409). Tarihe bakıldığında görülmektedir ki, bu düşüncenin önderleri toplum mühendisleri Hadis uydurma yeteneği olan âlimleri bulmuşlar ve hadis uydurmaları konusunda kimine parayla kimine zorlama ile hadis uydurmaları telkin edilip sonuç almışlardır. Farklı farklı insanların uydurdukları hadislerin bir coğu da tabi ki farklılıklar arzetmekte bu durumda neredeyse üzerinde ittifak edilecek hadis bulunamamaktadır. Kullandıkları muhaddisleri ise, Yakup el-Kuleyni- Hüseyin b.Babaveyh Hasan et-Tusi. Bunlardan bir kacıdır. Bu yalancılar uydurdukları hadisleri kaynağı olarak da genelde imamı Caferi göstermektedirler. Oysa, ehlibeytin naklettiği hadislerle bunların ehlibeyte maal ettikleri hadisler asla aynı şey değildir ve alakası da yoktur.

Nitekim bu konuya ışık tutan Hindli Sii alim, “Esasul Usul” isimli kitabında, imamlarından naklen şunları bildirir: “İmamlardan rivayet olunan mesur hadisler gerçekten çok farklıdır. Öyle ki, her hadisin mukabilinde ona zıt olan bir başka hadis vardır; üzerinde ittifak edilen hiçbir haber yoktur ki, ona tezad teşkil eden başka bir haber bulunmasın, nitekim bu durum, Seyhut Taife et-Tusi’nin “et-Tehzib” ve “İstibrar” kitabını nın başında açıklandıgı gibi, bazılarının Siilikten çıkmasına sebep olmustur” (Esasul Usul, s.15

Haricîler ve Mutezile sahih hadisleri tam olarak kabul etmemelerine rağmen, kendi prensiplerine göre doğruyu araştırır ve yalan haberi delil olarak hiç getirmezler. Bu râfizîlerin ise ne akılları ne de nakilleri vardır.

Hadis ilminde, râvi ve hadislerin sıhhat derecelerini tasnifte Şiilerden daha câhil, bâtılı kabul etmede ve sahihi reddetmede yine onlardan daha kötü bir anlayışı bulmak mümkün değildir. Rivayetle ilgili emanet, adalet, zabıt ve hıfz gibi esaslara hiç aldırış etmezler. Râfizîlerin indinde hadisin sıhhatli olabilmesi için arzu ve anlayışlarına uyması gerekir. Abdurrahman b. Mehdi şöyle diyor:
“İlim ve erbabı leh ve aleyhlerinde olanları yazıyor. Nefsin arzusuna uyanlar ise yalnız lehlerinde olanları yazarlar.”
El-Kâfi ve benzeri muteber olan şîî kitablarında insanların en yalancısından da rivayet edilen hadislerle dolu olduğu görülür. Çünkü onlara göre hadisin güvenilir olabilmesi için şiilik esaslarına hâvi ve sevdikleri kimseden rivayet edilmiş olması gerekir. Bu sebeple hadis rivayetlerini sadece Ehl-i Beyt'e dayandırırlar. Hâlbuki Şia'nın hadis rivayetinin ilk halkasını teşkil eden Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hüseyin, Hz. Peygamber (s.a.v) hayatta iken henüz küçük yaşta idiler. Bu sebeple Hz. Peygamber'e yetişmemişlerdir. Bunların hadisleri Resulullah'dan naklen aldıklarını iddia etmek ne derece doğrudur?! Ama Şiacılar imamların ilimlerini her hangi bir âlimden öğrenmediklerine ilimlerini doğrudan Allah tan aldıklarına inanırlar.

Velhasıl kitapları sıhhatinin ispatı mümkün olmayan on binlerce hadisle doludur. İnançlarını bu hadisler üzerinde bina etmişlerdir " Bu tutumlarıyla Sünnet-i Nebeviye'nin dörtte üçünden fazlasını kabullenmemektedirler. Bu nokta şiiler'in diger müslümanlardan ayrıldığı en mühim noktadır.

Şianın bozuk akidesini oluşturan hususlarda imamların rivayet ettiği hiçbir hadis bulunmamaktadır. Bunlar uydurmalardan ibarettir. Ama Şia kültüründe gercekten imamlara ait elbette çok hadis vardır. Bunlarla fıkıhlarını oluşturmuşlardır. Zaten fıkıh uygulamalarının büyük bir çoğunluğu da ehlisünnetle hemen hemen birdir. Ancak, itikadi yönden kendi akidelerini oturtmaya bu hadisler cevap vermeyince işte o boşlukları imamlar adına uydurarak doldurma ihtiyacı duymuşlar, büyük kayboluş dedikleri olaydan sonrada büyük bir ustalıkla bunlardan bir kısmının meşhur hadis kitaplarına girmesini sağlamışlar, bununla da kalmayarak, kendilerine hadis kitapları tedvin etmişlerdir.

Neden mi? – Çünkü büyük kayboluştan önceki imamlar adına uydurulan yalanlara bir nebze olsun o dönemde yaşayan ancak bazı Şiilerce sözü dinlenen imamlar bu tür yalanlara mani oluyorlardı. Ançak, bu olaydan sonra artık uydurma ve yalanların önüne gececek kimse kalmadığı gibi katkı sağlayanlar daha dindar daha çok Ali sevdalısı gösterildi. Bunu isbatlayacak binlerce delil bulmak mümkündür. Ançak delil, öngörü sahibi zihni duru, hakikaten gerceği arayan akıl sahiplerine hitap eder. Nerdeyse Kuran’a bile bizi yanıltıyor mantığı ile bakan bir anlayışa ne diyecek ki!..?

Bazı islam âlimleri Hz Ali’nin rivayet ettiği hadisler ile onun faziletlerini derlemişlerdir. Bunlardan bir tanesi de Nesai nin “El-Hesâis” adlı derlediği kitaptır. Bunun dışında Tirmizî de Ali'nin (r.a.) faziletleriyle ilgili çok hadis rivayet ettiği görülmüştür. Bütün bunlara bakıldığında Hz Ali nin ilmi ile alakalı Şiacıların Hz Ali ye maal ettikleri hadislerden yüzlercesinin uydurma olduğu hemen anlaşılmaktadır. Şia alimlerinin münazarada, delilleri açıklamada ve bunların gerektirdiği metodlarla uygulamada ehil olmadığı, nakli delillerde de son derece yetersiz oldukları, dayanaklarının ise, isnadi kesilmiş tarihi olaylardan meydana geldiğini görürsünüz.. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Bu yalandcılardan Lût b. Yahya, şîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında bile “Şîîdir, şîîlerin haberlerini uydurur.”, Hafız ez-Zehebi de “Mizanül İ'tidal” adlı eserinde: “Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.” demiştir. Bir başkası Hişam b. El-Kelbî hakkında İmam-ı Ahmed “Neseb sahibi olduğu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.” Hafız b. Asâkir onun hakkında: “Râfizî ve güvensizdir” demişlerdir.

Yunus b. Abdil A'la, Eşheb'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları konuşturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.
Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Şafiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),
İmam-ı Şafiînin: “Râfizîler kadar yalan şahitliği yapanı görmedim” dediğini, işittim diyor.
Müemmil b. İhâb (Müemmil b. İhâb er-Rub'î (V. 254) olup, Ebu Davud ve Neseî ondan rivayet etmişlerdir)
Yezid b. Harun (Yezid b. Harun es-Sülemi el-Vasitî olup, meşhur hadis hafızlarının ileri gelenlerinden ve İmam Ahmed'in üstatlarındandır. Yetmişbin kişi dersini dinlemiştir. Hicri 206 da vefat etmiştir):
“Râfizîler hariç bir bid'atçıdan nakiller yapılabilir. Çünkü onlar yalancıdırlar.” dediğini işittim, der.
Muhammed b. Said el-İsfahanî (Muhammed b. Said el-İsfahani, Şüreyk'in talebelerinden olup, Buhari ondan rivayet etmiştir. H. 220 de vefat etmiştir), Şüreyk (Şüreyk b. Abdullah en-Nehâî (95-177) Küfe kadısı olup, Abdullah b. Mübarek ve zamanındaki âlimlerin üstadıdır. Ebu Hanife ve es-Sevrî'nin muâsırlarındandır) in:

“Rafizilerden başka ilmi istediğinden al. Onlar hadis uydurur. Uydurduklarını da din telakki ederler.” dediğini işittim der.

Ebu Muaviye (Ebu Muaviye Muhammed b. Hâzim ed-Darir (V. 195) büyük âlimlerden ve el-A'meş'in talebelerindendir), El-A'meş'in (Süleyman b. Mihran el-Kûfî'dir. (64-148). Kıraat ilmi ve hadis hafızlarının ileri gelen âlimlerindendir. Süfyan b. Uyeyne onun hakkında: “Kur'ân-ı en iyi okuyan, ezberleyen ve mânâsını bilen bir zat idi.” der. Bunun üzerine kendisine “El Mushaf” deniliyordu):
“Bütün insanları anladım. Yalancıları hariç” dediğini işittim. Bu yalancılarla da Râfizî Muğire b. Said ve etrafındakilerini kastediyordu.
Sonuç olarak şia üstatları maalesef ki çoğunlukla yalancılardan oluşmaktadır. Nitekim Şehristani el-Milel ve'n-Nihal, 1.cilt sy.155 adlı kitabında, birçok sapık Şii fırkalarını saydıktan sonra, Caf'er b. M. es-Sadık'ın bütün bunları kovduğunu, lanetlediğini belirtmekte, aslında bu gurupların tamamen sapık ve imamlarından habersiz olduklarından bahsetmektedir.
Şehristani nin bu hakikati aydınlatan bu görüründe belirttiği gibi, İmamı Cafer Sadık takva ehlinden olup, onun ne takiyye ile ne de Şiilikle hiçbir alakası olmadığı gibi Şiilerin de onunla itikadi anlamda bir benzerliği bulunmamaktadır. Çünkü Şiilerin dini takiyyeye dayanmaktadır. Eğer Şiilerin iddia ettikleri gibi hâşâ imam Cafer takiyyeci idiyse, o zaman da ravilerin adalet ve güvenilirliği kabul edilse bile ondan rivayet edilen hiçbir şeye güvenilemez. Ona ait olduğu söylenen her sözü takiyye yaparak söyleme ihtimali olduğundan doğruluğuna güven duyulmazdı. Çünük ne zaman yalan söyledi ne zaman doğru söylediği bilinmeyen birinin söylediği hadislere inanılırmı? Hem dinde imam kabul ettiğin insanlara masumiyet kılıfını giydireceksin hem de bu insanlara yalan söylettireceksin. İşte isbatı hadis kitaplarında, imam Cafer, kendisine sorulan bir soruya bir birine zıt üç ayrı cevap verdirildiğini görürsünüz. Ama bunlardan biri doğru diğerleri yalandır.[ El-usûl mine’l-kafî, 1/265. ] Bu imam cafere yakışır bir şey değildir. Şiilerin imamlarla alakalı itikatlarında, imamların masum olduğuna, bilerek veya bilmeyerek onlardan hiçbir hatanın sâdır olmadığına, Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Yine onlar bu konuda imam Cafer ile on iki imam arasında, hatta Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem arasında bir fark görmezler. O halde bu makamda olan birisi için yani İmam ı Cafer’ adına bir mezhepken bahsetmenin bir anlamı olur mu?. Çünkü mezhep demek, dinin ana kaynağında bulamayan, ya da bulunup da net olarak ifade edilmeyen hususlarla alakalı yorumlar ve içtihatları da içinde barındıran hususlardır. Hem diyeceksiniz ki imamlar yanılmaz hemde içinde yanılma payı olan bir yapıyı ona mal edeceksiniz. Hem şia felsefesini oluşturan meshebin imamının imamı Cafer değil en son imamın yani on ikinci imamın mezhep kurucusu olması gerekmez mi? Görüleceği gibi imamı Cafer sadık Hz. Leri ile ilgili mezhep kurma bir yakıştırmadır. Ona atfedilen hadislerin büyük bir çoğunluğu uydurmadır. Hâşâ İmamı Cafer Allah resulünün getirdiği dinin karşısında yeni bir din kurucusumudur? Eğer öyle ise kendisine vahiy geliyorsa, kurduğu bir meshep değil yeni bir din olmalıdır Bu hususlar bincilerce tezatlardan sadece bir kaçı.. Hem o muhterem zatın şu söylediği kendisine iftira atanlara çok güzel bir cevaptır.

Kendisine olağanüstü vasıflar isnad edenleri lanetleyerek onlardan uzaklaşmış ve onlara

“İnsanlarda bulunması caiz olan herhangi bir şey bizim hakkımızda size nakledilirse ve siz de onun öyle olduğunu bilmiyorsanız ve ona aklınız da yetmiyorsa, onu inkar ve red etmeyin, onu bize bırakın. Ama insanlarda bulunması caiz olmayan herhengi bir şey bizim hakkımızda size nakledilirse, onu hemen inkar ve reddedin, onu inkar etmeyi bize bırakmayın”. Diyeryek ne güzel söylemiştir.

Bugün kaynağına ulaştığımız yâda medya aracılığı ile dinlediğimiz birçok şia âlimlerinden birçoğu kendi kitaplarındaki bu durumla ilgli ufak yönlü bir eleştiri yapıp bu küçük hatalarla birlikte çoğu hadislerinin doğru olduğunu söylerler. Daha sonra da sahih hadis kitaplarına dil uzatır onu yıpratmaya çalışırlar. Anlayamadıkları gerçekleri çelişki olarak ortaya koymaya kalkar üstelikte bir de yafta yapıştırırlar. Emevi saraylarında yazılmış hadisler diye. Oysa emevilerin arkasından Abbasiler geldi. Onlar emevilerin rakibi idi ve kendilerine göre de emevilere hak ettiği cezayı verdiler. Emevilerin islamda değiştirdiği metinleri görmemiş olabilirler mi? Emevi neslini kökünden kazıyan bir anlayış onların islama verdiği zararlara sessiz kalır mı? Hem bunlar aynı dönemin insanları, gelişmelere karşı habersiz olmaları mümkün mü? Aslında bunlara bu konularda cevap vermeye gerek yoktur. Çünkü buradaki amaç hakikati yakalamak değil bir yaftalama olayıdır. Cahil bir anlayıştan edep beklemek zaten doğru değildir. Derinlikten yoksun militarist bir yaklaşım her şeyi siyah beyaz gören bir düşünce tarzı. Takiyye anlayışını her inançta var zannetme bu acıdan bir şeye güvenmeme hali.

Genelde ilim adamlarının Şiilikle ilgili vardığ sonuç kanaat aşağı yukarı şöyledir;

Şia, diğer fırkaların hiç birisinin yapamadığını başarmış, teşekkül ettikten sonra, erken döneme geri dönerek, Şii anlayışa uygun sun'i bir tarih oluşturmuştur. Bu gerçeği, Şii bakış açısından kaleme aIınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumların büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmiştir. İşin en ilginç yönü, geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçilertarafından da hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş', kitaplarda yer almıştır.

http://71kevser.blogspot.com/2009/09/sia-sii-ve-siaclar-iyi-tanmak-gerek.html

http://ehlibeytinsahabeyebakisi.blogspot.com/2009/03/sia-ve-siaclar.html

http://71kerbela.bloggum.com/yazi/islamin-tek-kurtulus-siilik.html

http://kerbelam.bloggum.com/yazi/siilikle-ilgili-bildiklerimiz-dogru-mu.html

http://ehlibeyte.bloggum.com/yazi/sii-meshebinin-temel-inanci-imamet.html

http://www.bilgininefendisi.net/forum/index.php/topic,50822.0/wap2.html

http://benbirsiidim.blogspot.com/

http://talha95.yetkinforum.com/lk-forumunuz-f1/imamlarn-masumiyeti-inanc-ile-ran-kulturu-arasndaki-iliki-dikkate-demez-mi-t13.htm

http://kerbalela71.bloggum.com/yazi/kerbela-nin-baslangic-sureci.html



http://benbirsiidim.blogspot.com/

http://ehlibeytim.bloggum.com/yazi/ehlibeytcilik-0.html

http://www.imanehli.com/forum/islam_dunyasi_sii_yayilmaciligi_karsisinda_oldukca_savunmasizdir-t2154.0.html



http://benbirsiidim.blogspot.com/2009/10/bu-inanca-guvenilip-vahdete-gidilir-mi.html

http://kerbelam.bloggum.com/yazi/siiler-inanc-akidelerini-neden-saklarlar.html



http://www.cennetkapisi.com/mezheplerimiz/8322-sahabeye-haksizlik-etmeden-once-yaziyi-kere-oku.html

http://talha95.bloggum.com/yazi/imamet-allahin-emri-mi-iste-delilleri.html



http://kerbelam.blogspot.com/2009/11/kerbelade-neler-oldu.html



http://islamalgilamalari.blogspot.com/2010/06/siacilar-kimlere-denir.html

http://talha95.bloggum.com/yazi/buyuk-fitnenin-dogusu-ve-ehlibeyt-imamlarinin-olaya-bakisi.html

HZ ALİ GERÇEKTEN BUGÜNKÜ Şİİ İDDİALARINI DİLE GETİRMİŞ Mİ?

şia Alimlerinden Abdulrezzak;

“Eğer Hz Ali , Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i üstün tutmasaydı bende tutmazdım, Hz Osman’ı sevmeseydi bende sevmezdim.”  sözünü söylemesi boşuna söylenmiş bir söz değildir. Hakikatin temeli bu söz üzerine kurulu bir olgudur.
Ancak, Şia mimarları koydukları düzeni korumak ve devamını sağlamak için tüm ihtimalleri hesap etmişler, akidelerini oluşturduktan sonra yakın tarihi yeniden kurgulamış  hakiki tarihi konuları saptırmış, ayetleri yanlış yorumlamış, ayetlerin geliş ve nüzul sebeplerini gündeme getirmeden, ya da saptırarak bu alanda istediği gibi oynamış, mezhebi kurtarma adına önlerine çıkan hakikatleri görmezden gelmişler yada değiştirmişlerdir. Onlar için tek kutsal kendi mezhepleri kendi kutsal değerleri olmuştur. Bu uğurda kendi kaynaklarında ki onlarca gerçeği zaman zaman yok saymış başka yalanlarla onu karanlığa itmişlerdir.
Mesela  yukardaki sözü söyleyen Abdulrezzak'ın söylemine rağmen  Büyük kayboluş sonrası geliştirilen şia akidesinin gerekliliği  Sahabeyi  değil sevmek onları Müslüman bile saymamaktadırlar. Özellikle Şah İsmail'e kadar daha masumane ve de arifane bir veçheye sahip olan Şia, ondan sonra daha çok reaksiyoner bir karakter kazanmış ve siyasi bir ideolojiye dönüşmüştür. Ali Şeriati'nin kasdettiği tam da budur. Ali Şeriati, “Safevi Şiası, Ali Şiası” kitabında, Sasani medeniyetinin kendisini bir şekilde İslam içerisinde de devam ettirebilmek için Şiiliği (Safevi Şiiliği) millileştirdiğini iddia eder. Bugün İran'ın Şiilikle birlikte anılmasının arkasında gerçekten de bu Safevi gururu ve onun İran'a özgü Müslümanlık anlayışı olabilir mi? Önceleri mazlumların, fakr ehlinin, kalender meşreblerin dini zevki iken sonraları zulmeden, saray ehlinin ve “ahund” adı altındaki bazı softaların meşrebi olmuştur. Sasanilerden bu yana gelmekte olan güçlü Farslık bilinci ki oluşumunu anti-Arap ideolojiyle şekillendirmeye borçludur kendisini Arap'tan ayırt etmek için bu düşünceyi bir farklılaştırma aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Bu yüzden, Şiizm zaman zaman İran milliyetçiliğini beslemiştir. Günümüzdeki İran milliyetçiliği, bunu daha da aşmış ve bırakınız Şiiliği, İslam'ı bile reddeder hale gelmiştir. Daha çok Zerdüşt-Mazdek ekseninde ulusal bilinç oluşturmaya çalışıyor bu guruplar.

Bütün bu karmaşık yapıdan olaşan bugünkü bir kısım mezhep taassubcusu, Hz Osman ile evlenen peygamberimizin kızlarını dahi inkar etmekten, Hz Ömer ile evlenen Hz Ali nin kızını yok saymaktan geri durmamaktadırlar. Hakikati çürütmek için ortaya konan bütün tarihi ve dini vesikalardaki delilleri karartmak için anında din adına üretmelere devam etmekteler, asla hiçbir yalan ve yanlışından vazgeçmemektedirler. Çünkü onların inançları mezhep taassubu üzerine kurulmuştur. Humeyni anayasasına İran ın resmi mezhebi Şiiliktir. Kıyamete kadar bu böyle devam edecektir akidesini anayasanın değişmez kuralı olarak koymuştur. Oysa mezhep dinin bir yorumudur. Dinin kendisi değildir. Yorumlar asla dinin önüne geçemez. Bu inançta taassup, ifrat ve tefrit dinin değişmez kuralı en geçer akçesidir. Birinci halifelik hakkı Hz. Ali nin idiyse neden hakkını aramadı?. Gibi basit bir soruya, Hz Ebu Bekir’e biat için Hz. Ali’yi Kılıç Zoruyla Camiye Götürdüklerine Dair onlarca delil ortaya koymaya kalkarlar bu delil dedikleri şeyde yine tarihi bir olayın amacını ortaya koymadan bir metinden cımbızla çekilen bir cümlenin yalan, iftira ve provoke karışımı bir düzenin ajite edilip destanlaştırılmasından ibaret. O günkü ortamı ve şartlarda Hz peygamberimizin vefatı arifesindeki İslam devletinin durumuna bir bakarsak, Kabilecilik anlayışının hala toplum üzerinde büyük bir etkisinin olduğu yönetim anlayışının da yeterince gelişmediği yeni bir devlet görülmektedir. Bu devleti Hz peygamberden sonra devleti kimin yöneteceğinin daha önce hiç konuşulmamıştır. Bu devlet en küçük bir sarsıntıda büyük hadiselere gebe bir toplumu barındırmaktadır. İç düşmanları pusuda olumsuz bir ortam beklerken Hz Peygamberimiz ağır hastadır. Aynı zamanda da dışarı bir sefer söz konusudur. Toplumun içinde bulunduğu sorunlar bu kadarla sınırlı değildir. Bu şartlarda ani bir vefat olayının insanlar üzerindeki infial etkisi, yönetim sorununun baş göstermesi, bu şartlarda her hangi bir ortamda bir kabilenin toplanarak yönetimde ehil olmayan birini lider seçmesi an meselesidir. Bu şartları gören olaya anında müdahale eden Hz. Peygamberimizin en yakın arkadaşları, Peygamberimizin zaman zaman vakit namazlarını kıldırmasını istediği ve kayınpederi olan Hz Ebu Bekir halife seçtiler. İslam Tarihine bakıldığında görüleceği gibi buna rağmen şartlar hemen düzelmemiş değildir. Belli yörelerde yalancı peygamberler türemiş her birisi yeni bir din ortaya koymuş yeterli bilgisi olmayan insanları yanlış yönlendirmeye başlamışlardır.

Bütün hissiyatı bir tarafa bırakarak Allah için düşünüldüğünde yönetimi zaafa düşürecek herhangi bir olayın hoş görülmesi mümkün müdür? Bu kadar fitne ayakta iken Hz Peygamberin sağlığında hatta en güçlü olduğu dönmelerde her türlü fitneyi yapan iç düşmanlar biz fitne üretmek için cenazenin kaldırılmasını bekleyelim mi diyecektir? Elbette demeyecektir.

Buna rağmen İslam camiasında çok büyük bir yeri olan Hz. Ali nin halifeye biatinin gecikmesi İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürdü. Dedikodular aldı yürüdü. Bir iç huzursuzluk baş gösterdi. Bu huzursuzluğun büyümesinden endişelenen ve belli süre beklemede kalan yönetim önderleri, bu dedikodulardan ve huzursuzluklara sebep olacak biatin gecikmesinin olumsuzluğunu yüksek sesle dile getirir oldular. Bu dillendirmede haddini aşan cümleler konuşulmuş olabilir. Çeşitli tarih kitaplarına bakıldığında bu tür konuşmaların var olduğu da, akside yazılı, ancak şia nın iddialarını doğrular türde bir konuşma yoktur. Şia kitaplarında bu konularda o kadar bilgi kirliliği var ki; çoğu birbiriyle tezat. Sonuç olarak neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bugünden anlamak mümkün değil ancak hakkında konuşulan insanın kendi ifadesi bizce en doğru ifadedir. Mesele daha net bir halde ortaya konulursa; şianın bu konudaki iddiası;
Halifeye biat etmeyen Hz Ali’nin kapısına gelen Hz Ömer, yine ashaptan biat etmediğini bilinen bir grubunda Ali’nin (ra) evinde toplandıklarını öğrenince, onların biat etmeleri için dışarı çıkarılmasını istedi. Ama onlar dışarı çıkmaktan çekindiler. Ömer onların bu hareketini görünce odun toplattırıp şöyle dedi: “Ömer’in canı elinde olan Allah’a and olsun ki, ya dışarı çıkacaksınız veya evi içindekilerle birlikte yakacağım.”
Dediği ifade edilir. Birkaç kez tekrarlanan bu eylem sonunda zorla hz Ali nin biat ettirildiği, Hz Ömer’in bu tür girişimlerin bir seferinde içeriye girmeye zorladığında kapının arkasında kalan Hz Fatımanın sıkıştırıldığını, kaburga kemiğinin kırıldığını, ölümü nünde bundan olduğunu, hatta bazı şia kitaplarında Hz fatımanın hamile olduğu ve çocuğunun bu darptan düşürdüğü sonunda fazla yaşamadan bu olayın onun ölümüne sebep olduğu anlatılır. Hem ne anlatma olayın içine o kadar hissiyat ve istismar katılmış ki bu olay gerçek ten yaşanmış olsa, bilinçsizce okunmuş olsa, bu hissiyatla buna inanmamak, Hz Ömer’e düşman olmamak mümkün değil. Bu yazılımdan şunu anlıyoruz ki şia mimarları islama hizmeti olmuş lider vasıflı sahabeyi birinci düşman ilan edip yok etmek için en ufak boşluğu en inanılmaz bir abartı ve yalanla doldurmuş ve amacına bu şekilde ulaşmıştır ki, sonuçta bunu görüyoruz şiacıların Kuran ve Sahih hadislerde kendi doğrularını ispatlayacak en ufak bir delil bulamayınca, uydurdukları ve asıl mecrasından uzaklaştırdıkları tarihi olayları ajite ederek bunun üstesinden gelmeyi amaçlamışlardır. Dikkat edilirse bütün yaklaşımları sempati kazanmaları taraftar bulmaya çalışmaları, hissiyatı istismardır. Neredeyse tamamı yalanla dolu şia Tarih kitapları bunun örnekleri ile doludur. Daha sonraki süreçte de Kuranı tevil etmiş, İnançlarına delil bulamadıkları hadisleri yok sayarak yerine kendileri uydurmuşlardır.
Konuyu fazla dağıtmadan bu konuda bütün şia aynı mı? düşünüyor sorusuna gelirsek;
Şia dünyasının önde gelen alimlerinden Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah,ın Şii-Sünni ihtilaflarını konusunda Suudi Arabistan'ın Ukaz gazetesine 19.10.2008 tarihinde verdiği röportajda bu konu ile ilgili görüşü “

Sayın Fadlullah sizin Şia Mezhebi’nin direklerinin bile muhalefet ettiği görüşleriniz var. Mesela Kaburga kemiğinin kırılması meselesinde belki Şia tarihinde söylenmemiş bir şey söylediniz. Şia tarihinde Emir el Müminin Ömer bin Hattab’ın Hz. Ali’nin evine zorla girerken Hz. Fatıma’nın kaburga kemiğini kapı ve duvar arasında bırakarak kırdığını idea eden rivayet kabul ediyor. Fakat siz bu rivayeti reddediyorsunuz. Bu konuyu nasıl delillendiriyorsunuz.


Ben bu olayı tarih okumalarım ve tahlillerim sırasında irdeledim. Ve gördüğüm kadarıyla bu konuda aktarılan rivayetlerin çoğu zayıf olmakla birlikte güvenilir değiller. Herhangi bir tarihi olayı ele alırken onu meydana getiren arka planı iyi araştırmamız gerekiyor ki olayın doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yargıda bulunabilelim.


Hz. Zehra’ya vurmak ya da şiddet uyguluma meselesi ise o dönemde pek tutarlı değil. Çünkü Hz. Zehra pek öyle kendisi üzerinden muhalefete baskı yapılabilecek bir konumda değil. Aksine o Hz. Peygamber’in kızı olması hasebiyle dönemde bütün Müslümanların saygı duyduğu birisi


İkinci olarak. Bu olayın olduğu sırada Hz. Ali de evde. İslam kahramanı Hz. Ali’nin karısını ve aynı zamanda bu kişi Hz. Peygamber(a.s)’nin kızı, öldürmeye çalışmalarına sessiz kalması pek doğal olmaz.


Üçüncü olarak Hz. Ali evde yalnız değil. Yanında Beni Haşim’den birçok kişide vardı. Bazı rivayetlerde Zübeyir’in de evde olduğu kılıcı ile dışarıda olduğu dışarıda kılıcını kırdıkları aktarılmakta.


Başka bir noktada Mecmaül Beyan yazarı Tabersi’nin El İhticac isimli eserinde bir rivayet var. Bu rivayette Ömer’e soruyorlar neden Ali’nin evini yakmakla tehdit ettin. Ömer bunun üzerine yaptığımı gördünüz mü diyor. Yani bu konuyu iyi bir şekilde tahlil ettiğimiz de pek de tutarlı olmadığını görüyoruz.


Ayrıca biz Hz. Zehra’nın bu konuda pek konuşmadığını görüyoruz. Bazı rivayetlerde Hz. Zehra’nın hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu anlatmak için Muhacir ve Ensar’ı gezdiğini okumaktayız. Fakat hem bu sırada hem de mescitteki hutbesi sırasında bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Ama bu konudan bahsetse idi daha duygusal bir hava oluşturabilirdi. Aynı şekilde Ali’nin de bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Bu mesele sadece Ali’nin değil sahabenin de bir yönden meselesi idi.


Ve dillendirilmesi halinde büyük bir infiale neden olabilirdi. Fakat bu mesele dillendirilmedi. Bu mesel hem rivayetler acısından incelendiğinde hem de tarih usulü açısından incelendiğinde pek kabul edilebilir görünmüyor. Ben bu meselenin doğru olduğunu kabul eden birçok kişiye sordum. Herhangi biri eşini öldürmek amacıyla ona saldırsa ne yapardın? Onu Korur muydun, korumaz mıydın? Elbette eşini korur. Şimdi nasıl oluyor da İslam’ın Aslanı Ali eşini korumak için harekete geçmiyor. Bu nedenle bu mesel bana göre kabul görecek bir mesele değildir.


Sayın Fadlullah sizi izleyen Sünni ve araştırmacı ve âlimler sizin bu tarafsız tutumunuz nedeniyle sizi çok takdir etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Fakat siz olaya tam bir açıklık getirmediniz. Sizce bu olay uydurmamıdır yoksa bu konuda bazı şüpheleriniz var mı?


İbni Kuteybe’nin aktardığı üzere Ömer’in Ali’nin evini yakma tehdidinde bulunduğu yönünde sözler var. Bu aktarıda, Ali evinin önünde toplanan ve kendisine biat etmesi için yapılan baskıya karşı evinden çıkmadı. Fakat daha sonra dumanlar evinin etrafını sardıkça evden çıktı. Hafız İbrahim Umriye kasidesinde bakın ne diyor;


Ve Ömer Ali’ye şöyle diyordu,


Bilinenden daha Ekrem, duyulandan daha büyük olan,


Bak yakıyorum evini ve kalmayacağım bununla,


Sen ve Mustafa’nın kızı biat etmezse…


Bu konuda bu ve buna benzer abartmalar var. Fakat bu konu benim için ortalamanın


üzerinde bir araştırma yapmaya değecek bir konu değil. Ben bu söylediklerimi bir fikir olarak ortaya attım.”…


Fadlullah ın farklı konulardaki görüşlerine yeri geldikçe yer vereceğim. Kendilerinin de ifade ettikleri gibi Şiacıların abartı en büyük sanatları.


Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan olan kızı Ummu Gülsüm’ü Resulullah’ın halifesi Müminlerin emiri Ömer el-Faruk ile evlendirmesi, onun Hz Ali ile Hz fatıma ile bir sorununun olmadığını gösterir. Yine Hz Ali nin diğer halifeler ile arasında sağlam ve köklü bağlara delildir. Şia tarihcileri belki bunu da değiştirmeyi zamanında düşünemediğinden şii muhaddisler, müfessirler ve “masum” imamlar da bunu itiraf etmişlerdir. Mesela Kuleyni, Mueaviye b. Ammar’dan, Ebu Abdillah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ebu Abdillah'a kocası ölen kadının iddet müddetini evindemi, yoksa istediği yerdemi geçirmesi gerekir? Diye sordum. İstediği yerde geçirebilir; zira Ali Ömer vefat edince ummü Gülsüm'ü alıp kendi evine götürdü, dedi.” Kuleyni, el Kâfi c.2 s.311


Kitabında “Ummu Kulsum’un Evliliği” diye bir bölüm ayıran Kuleyni, bu bölümde, Zurare’den şu haberi rivayet eder: “ Ebu Abdillah Ummu Gülsüm'ün evliliği hakkında, bu bizi kızdıran bir evlilik demiştir.”

Muhammed b. Ali b. Şehr Aşun el-Mazendarani eserinde şöyle der: “ Fatıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin Zeyneb el-Kübra ve Ümmü Gülsüm el-Kübra dünyaya geldi. Ömer Ümmü Gülsümle evlendi.” el-Mazenderani, Menakıbu Ali b. Ebi Talib, c.3 s. 162[
Şiilerce eş-Şehid diye bilinen ikinci kimseleri olan Zeynud Din el.Amili de şunları söyler: “Hz. Peygamber bir kızını Osman ile, diğer kızı Zeynep’i de Ebul As ie evlendirdi; bunların ikisi de Haşim Oğullarından değildir. Aynı şekilde Ali de Ümmü Gülsüm’ü Ömer ile evlendirdi. Abdullah b. Amr b. Osman Hüseyin’in kızı Fatıma ile, Musab b. ez-Zübeyr de onun kardeşi Seine ile evlendi. Bunların hiçbirisi Haşim Oğullarından değildir” el-Amili, Mesalikul Efkam c.1

Bu hakikatlere rağmen yani kendi kaynaklarında yer alan Hz Ömer’in Hz Ali nin kızı ile evlenmesini, Hz Osman ın Hz peygamberimizin iki defa damadı olmasını kolay izah edemediklerinden. işlerine geldiği gibi reddetme yoluna gitmektedirler. Onlar için hakikat önemli değil. Onların kabullenmesi yada reddetmesi önemlidir
Gaybın yalnız Allah bilgisinde olduğundan bir şeyi önceden tamı tamına doğru olarak öngörmek insan için pek geçerli bir şey değildir. Geçmişle ilgili olarak tarihin bize fısıldadığı yüzlerce görüşten neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirli bir kaynağa, ya da bir görüş çerçevesinde ayırt etmekte bir o kadar zor. Ancak, bunun bir avantajı var söylem sahiplerinin ne kadar dürüst ne kadar yalancı ne kadar hilebaz olduğunu da tarih bize söylemektedir. Yani geçmiş ile ilgili daha doğruya yakalamak geleceği öngörmekten daha kolay ve daha gerçekçidir. Her hangi bir hususu tahlil edenlerin o olayın kahramanlarının her birinin bulunduğu yerden tahlil edilen olayın bir görüntüsünün var olduğu herkesçe bilinir. Dolayısıyla bir konuda bakış ortaya koyarken de taraf olmadan objektif bir anlayışın sergilenmesi gerekmektedir. Fitne tohumlarının Hz. Ali’ döneminde yeşermeye başlaması bir plan dahilinde mi?. Ya da bu süreçte Allah ın iradesi ashabı kiramca gerçekten yok mu sayıldı? Veya nicelik olarak islamdaki gelişmede nitelik olarak aynı paralelliğin sağlanamamış olması mı bu olayları tetikledi?. Bunların bir kısmıyla birlikte başka gelişmelerin etkisiyle mi? Düşüncesinin cevabı Hz Ali nin şahsiyetinde saklıdır. Çünkü o dosdoğru bir insandır. Kaldı ki Hazreti Ali hayatı boyunca makam mevki saltanat peşinde olmamıştır. Onun derdi haksızlığa zulme karşı olmaktır. Onun siyaseti de buydu. Hazreti Ebu Bekir i alt etmek hazreti Ömer’e pusu kurmak, bacanağı hazreti Osman’a ihanet etmek gibi bir davranışı asla olmamıştır. Onun derdi yalnız gerçekleri söylemekti. Bunu da her zaman dile getirmiş bununla ilgili ne yapılması gerekirse onu da hiç çekinmeden takiyye yapmadan yapmıştır. Çevresindekiler de onun bu konudaki isabetli görüşlerine her zaman şahit olmuşlar ve de faydalanmışlardır. Onların dostluklarını, akrabalıklarını, komşuluklarını, ensar ve muhacirlerin birbirine yardımlarını, tüm güzellikleriyle tarih kitapları anlata anlata bitirememektedir. Onlar insani davranışların çok ötesinde bir hayat yaşamışlar bunların karşısında insanın duygu yükünden kendisini tutması mümkün olamamaktadır. Hazreti Ali ile diğer sahabeleri dinsel anlamda karşı karşıya getirmek kadar yanlış bir davranış olamaz. Bu mübarek insanlar hayatları boyunca birbirlerine iltifat etmişler birbirlerini yüceltmişlerdir. Akrabalık bağlarını güçlendirmişler kız alıp vermişlerdir. Çocuklarına birbirlerinin isimlerini vermişler. Birbirlerine canlarını emanet etmişlerdir. Bu süreci beraber geçirmiş binlerce insanın çok kısa bir zaman diliminde değiştiği bazı gerçekleri inkâr ettiğini söyleyenler acaba hiç tarih okumuyorlar mı? Doğru tarihi okusalar görürlerdi herhalde. Afrikanın tamamının, Asya ve Avrupa kıtasının bir kısmında büyük ordularla savaşan İslamlaştıran insanların sayısı savaştıkları orduların sayının çoğu zaman onda biri bile değildi. Fetih ülkelerine çok kısa bir sürede yüzlerce medrese cami-mescit açmışlar Allah yolunda hizmetin ne olduğunu gelecek nesillere göstermişlerdir. Yahudi düşmanı olduğunu söyleyip Yahudi gözüyle olayı tahlil eden kuranı bile sapkınlığında kullanan İslam akidesini bozuk inançlarına heba eden bir düşünceye delil olarak neyi gösterebilirsin ki!?. Yukardan beri bahsettiğimiz bu insanların devlet yönetiminde ve daha birçok konuda her şeyi aynı düşünmek gibi bir mecburiyetleri de yoktur. Eğer öyle olsaydı Allah herkesi bir yaratır herkes de her şeyi bir düşünürdü ki bunun da insani hiçbir değeri olmazdı. Allah Kuran ı keriminde insanlara emrettiği şeylerin hepsini aynı açıklıkta aynı tonda, aynı netlikte söylememiştir. Fulü bıraktığı konularda, insanlar kafa yorsun sapıklık ve sapkınlık göstermeden kendi zamanlarında kendi sorunlarını gidermede farklı düşünebilsinler diye… O nasıl takdir etmişse öyledir. Kaldı ki diğer üç halife Hz Peygamberimizin büyük övgülerine mazhar olmuş islamın gelişmesi ve yayılmasında Hz Ali nin çok ötesinde hizmetleri olmuş imamlar olmasına rağmen çok hassas ve incelik isteyen bazı konularda, Hazreti Ali sayesinde doğrulara daha çabuk ulaştıklarını ikrar etmekte ve onunla aynı dönemde yaşadıkları ile övünmektedirler. Bunu söylemek birilerini göğe çıkarırken diğerlerini zem etmek olmamalıdır. Herkesin, her şeyin hakkını vermek gerekir. Söz konusu halifeler birer insandır. Her zaman ufak tefek hata yapabilirler bunlar peygamber değildir. Allahın veli kullarıdır. Tahlilciler Allah adına ne cennete ne de cehenneme bilet kesici değillerdir.

Kaldı ki meseleye bugünün gerçeği ile değil de o günlerde olayların bağlı olduğu sebep ve sonuç ilişkilerine bakıldığında meselenin çok daha farklı göründüğünü fark etmek mümkündür.

HASAN HÜSEYİN ODABAŞOĞLU

Şia Hz Peygamberimiz Zamanında Var mıydı?

Sıkıntıların yaşandığı dönemin tarihinde İç çekişmelerin, yönetim paylaşımının, huzursuzluğun, bölünmüşlüğün en büyük sebeplerinden birisi, kabile kavgalarının siyaseti yönlendirmek istemesi ile eski kültürlerin dinselleştirilmesi arzusunun yattığını görürsünüz. Nitekim 632-943 yılları arasında imamlar ve halifeler etrafında cereyan eden olayların çoğunun eski arap aile Kavgaları’na, yönetimi hangi kabile tarafından yürütülmesi gerektiği fikrine dayandığı görülmektedir. Her yeni olayla yeni nesillere yeni bir düşmanlık ve hasımlık şeklinde intikal etmiştir.


Ümeyye oğulları, bedir Savaşı’nda Hz. Hamza ve Hz. Ali tarafından öldürülen yakınlarını; Haşim oğulları da Uhud Savaşı’nda ebu Süfyan'ın karısı hind'in yaptıklarını unutamıyorlardı. Bunların dışında aynı İslam toplumu içinde kavmî ve kabilevî gururları zedelendiğini düşünenler ile islâm'ı içlerine tam sindirememiş gruplar varlığı, masela rebia ile hudar kabileleri de islam öncesi düşmanlıklarını içlerinden bir türlü atamayışları . Hariciler, bu rebia kabilesinden çıkmıştı. Siyasi rekabet, sonradan dini bir ayrılığa dönüştü. Rebialılar'ın çoğu bedevi idi. İslam devleti şehir hayatı halinde gelişince, baştakilere karşı bir tepki uyanmıştı. Bedeviler cahildi. Çok eski geleneklerinden dolayı kendilerinden olmayanları düşman görüyorlar, öldürmekten de çekinmiyorlardı. Müslüman olduktan sonra, kendilerinden olmayanı "kâfir" ve "katli vacip" olarak görmeye başladılar. Kur'an'a çok bağlı görünüyorlardı ama, taassuplarından onu anlamak ve yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı. Eski inanç ve anlayışlarına kur'an'ı kılıf yapmışlardı. islamın doğuş ve gelişme sürecinde inananlar arasındaki kavganın hemen hemen hepsi kabileler ve yakın amca oğulları ile uzak amca oğulları ve akrabalar arasında geçmiştir. ümeyye oğulları ve haşim oğulları gibi . işte emevi saltanatının yıkılması ile bu sefer ebu talib oğulları ile Abbas oğulları arasında bir çekişme görülmektedir. her ikisi de peygamberimizin amcasıdır. ikisi de hz. Muhammed’i hep desteklemişler, yardımcı olmuşlardır. ortada din kavgasının olmadığı en aydın dediğiniz insanlar arasında bile sadece aile ve iktidar kavgasının olduğu görülür. .

Yine bu süreçte Ali oğulları ile ümeyye Oğulları’nın ve Abbas Oğulları’nın zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur. Bu tür olay ali oğulları'nın kendi içinde de vardır. Hemen sıralamak gerekirse, imam musa-l kâzım'ın öz kardeşi Muhammed, öz kardeşi İsmail’in oğlu Muhammed, İsmail’in diğer oğlu ali, imam hasan-ül askeriy'in kardeşi Cafer kendi adlarına imamlık mücadelemsine girmişlerdir.
Bu tarihi gerçeklere baktığınız zaman çatışmaların kavganın neden körüklendiği son derece nettir. O günkü gerçeklerden farklı anlamlar çıkartmak nafiledir. Tıpkı Şiilerin her ne kadar kendi inanç hareketlerinin hz peygamber döneminde cıkmış olduğunu iddia etsellerde, Hz. Ali devri ve hulefâyı raşidin devrinde, dostluk, sevgi ve muhabbet ötesinde bir mezhebî gruplaşmanın asla olmadığının bilindiği gibi. Böyle bir iddia o dönemde yaşanan hakikatlerin içine konuyor olması iddia sahiplerinin ne kadar sığı ne kadar yapay bir düşünce içinde olduklarını gösteriyor. eğer öyle olsaydı bugünkü gibi cemaat içinde de iki ayrı akide olur İslam birliği olmazdı. Daha doğrusu İslam diye bir şey olmazdı.

Birileri demez mi nasıl yani?... ortada Hem bir Peygamber, Hem de Peygamber kadar güçlü ikinci bir imam peygamber mi vardı? O günlerde korkudan değil inanarak Allah ve resulünü kabul edip iman eden sahabe Hz Ali nin imam bir peygamber olduğunu da Hz Peygamberin telkini ile kabul etmez miydi? Hiç itiraz edebilirler mi, ederler miydi? Öpüp başlarına koymazlar mıydı? Bu emri Hz Peygamberin diğer emirleri gibi başlarının tacı yapmazlar mıydı?
Hem diyeceksiniz Hz Peygamber etrafından korktu Ali nin imametini sakladı. Sonra Allahın uyarmasıyla söylemek zorunda kaldı, farklı ortamlarda sözü eğip büküp başka şeyler söyleyeceksiniz. Geliştirilen bir söylemin için mantık bütünlüğü olması gerekmez mi? Şia kendi tarihi ile sorunlu her tarafı çelişkiler yumağı!!..

Konunun neresinden bakılırsa bakılsın hiçbir surette şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir. O günlerde bütün inananlar Hz Peygamber tarafında idi. O varken bir başkasının taraftarı olmaya lüzum yoktu. Çünkü o toplumun tek önderi ve tek lideriydi. Hz peygamber döneminde Ali r.a. seven insanların olması da gayet normaldir. Çünkü herkesin özel dostluk kurduğu insanların olması gayet doğaldır. Bu dostluklar dinsel anlamda bir taraf değildi. Ortada tek dini lider Allahın resulü vardı. Eğer ona bakılırsa Hz Osman’ında tarafı vardı. Ona da osman’ın şiası deniliyordu. Yani osman’ın dostları. Hem bu tarafgirlik Hz Ali nin kinden daha önceydi. Bu neyi değiştirir ki?
Yine Ali şiası olarak söylenen İslam içine fitne sokmak isteyen münafıklarca tezgahlanan ve ayrıcalık çıkartarak siyasi bir ihtilal hareketine dönüştürülerek Hz Osman’ı şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’nin yanında yer alan Ali şiası olarak bilinen malum grup da Hz Ali nin onlara en çok ihtiyaç duyduğu an ona ihanet ederek harici sıfatını kazananlardır. Onlar mısırdan örgütlenerek gelmişlerdi. Amaçları terördü. Yakmak yıkmaktı. Hz Osmanı şehit ettiler aynı zevatlar Hz Ali nin halife olması için zorladır. Daha sonrada Hz Ali ye ihanet ettiler. Hiçbir zaman ne Ali şiası ne de Hasan ve Hüseyin şiası onlara olumlu bir katkı vermemiştir. Bütün dönemlerinde sevdiklerine ya da destek veriyoruz vereceğiz dedikleri yüksek karakterli insanlara ihanet etmiş, onlara verdikleri sözün ardında durmamışlar, onların mazlum duruma düşmesine sebep olmuşlardır. Yani tarafı olmak taraf olan insanlara her zaman iyi sonuçlar kazandırmamaktadır.
Hazreti Ali’nin halifelik döneminde çektiği sıkıntılar, siyasi kavgalar, iç karışıklıklar ve şehit edilmesi İslam düşmanlarının işine yaradı, onlara yeni bir acılım kazandırdı. Yeni Şiaların olmasına katkı verdi. Yahudi planının uygumla alanının daha etkin hale geldiğini, Hariciliğin dışında yeni bir anlayışın yani Hz Ali nin gıyabında bir Aliciliğin, şiacılığın oluşumunun hız kazandığını bu faaliyeti sürdürecek isimlerin bir bir ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu aşamalarda çıbanın oluşmasında en büyük etken meşhur fitneci Abdullah İbni Seben in şia hareketinin sarsılmaz temellerini attığını görürüz görmesine de ne hikmetse bazıları bu ismi görmek istemezler. Böyle bir Yahudi nin bir inanç hareketin mimarı durumunda olması elbet de o inanç mensuplarını bu tür savunma refleksine sokar. Bu doğaldır. Ancak bu gerçeği değiştirmez. Üzerinden asırlar geçmiş bir gerçeği onca delile rağmen yok saymak kimi inandırabilir. Meshepler tarihini incelediğinde de görülecektir ki parçalara ayrılan şia meshepleri arasında sebeciler mevcuttur. Abdullah ibni sebe hayali bir şahıs ise bu fırka neyin nesidir? Bunu raddendeler hakiki tarihlere bakarak şu soruların cevabını öğrenmelidir.

FİTNE HAREKETİNDE ABDULLAH İBNİ SEBE GERCEĞİ

Abdullah ibni sebe kimdir? Stratejisi neydi? Gerçekten yaşamış bir kimsemidir? Hangi kaynaklarda adından bahsedilir? Bazı şia ve şia dışındaki kimseler bunun varlığını neden reddederler? Bu kişinin etkin faaliyetleri;



İslam düşmanı Yahudilerin ileri gelen kanaat önderlerinin planında; Müslümanlar arasında ayrılık çıkarılarak, İslâm’ın gelişmesine engel olunacak, sonra da İslâmî inanç sistemi bozularak itikada hurâfeler katılacak ve Müslümanlar arasına, kalıcı bir fikir ayrılığı oluşturulması sağlanacaktı. Planın ana başlığı bu idi. hedefin gerçekleşmesi için bu işin altından kalkabilmek zeka ve cesarete sahip lider gruplar oluşturulacak onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birliği sağlayan bütün değerler zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Yapılan her faaliyet de geri dönüşümler alınarak durum değerlendirmesi yapılacak, sonuca göre yeni stratejiler geliştirilecek, hedefe ulaşmak için plan gelişmelere acık uzun süreli amaç odaklı olacaktı ki, netice de öyle oldu.


Bu stratejinin doğal lideri fitne hareketleri ve komitacılığı organize etmekte usta olan Abdullah İbn-i Sebe Müslümanlar arasında çıkardığı ihtilaflarla ve iç harplerle belirlenen birinci hedefi gerçekleştirmişti. Sonuca ulaşmanın yolu buradan gidiyordu. Diğer esas amaç İslâm inancına hurafeler sokarak Müslümanlar arasında kıyamete kadar devam edebilecek bir ayrılık çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, fraksiyonlara bölmek onu yönünden saptırmaktı. İslamiyet’e ilk fitneyi sakon Müslüman gözüken, kâfirliğini gizleyen Yahudi Abdullah ibni Sebe dir..


Hz. Osman’a karşı çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak ayaklanmalarını teşvik eden Abdullah İbni sebe 656 yılında mısır'dan Medine’ye şikâyet için gelenlerin başını çekmiş karmaşa oluşturarak Hz Osman ın şehit edilmesini sağlamış ancak, birlik ruhunu köreltememişti. Etrafı ile Hz. Ali nin yanında yer aldı ve onun taraftarı "şia"sıymış gibi göründü. O dönemde bir ayrıcalık yaratmanın en geçerli yolu “Ehl-i Beyt” sevgisini kullanmaktı. İşte ibni sebe de bunu yaptı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı, bu düşüncenin ileri geleni olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Bu konuda ne yapılması gerekiyorsa bir bir tezgâhladı. İç karışıklıklar, yetişkin sahabelerin bir bir ahrete göçmesi, büyüyen coğrafyada yeterli İslami eğitimin olmaması, iyi bir ortamdı. Bu şartlarda Ehlibeytin mazlumiyeti, istismar için aranıpta bulunmayan bir fırsattı. İste Müslümanların içinde bulunduğu bu olumsuzluk ve zayıflıklar düşman için iyi değerlendirilen bir fırksat oldu. Bir yandan Hz Ali taraftarı gözüküp bilinçsiz halkı hz Ali yi ilah yerine koyma faaliytlerini sürdürürken bir taraftan haricilerin akıl hocalığını yapıp Hz. Ali’den kaçan Haricilerlerin reisi Evfa oğlunu buldu. Onunla işbirliğine gitti. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz.” dedi.


Diğer taraftan Hz. Ali, inananların akidesi bozan fitne ve bozuk düşünce üreten Yahudi ibni sebe yi bu faaliyetlerinden dolayı İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdü.






Ancak işbirliği yaptığı harici reisi ibni sebenin planını uygulamaya koydu. Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs’ın öldürülmesi için üç suikastçı ayarladı bunlar üç sahabeyi, Ramazan’ın 17. günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhi ile Hz. Muâviye ve Amr İbnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.


İbn-i Sebe, Meymun oğlunu birkaç adamıyla Küfe’ye göndererek. “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır...” gibi hurafelerle insanları inandırmaya ve aldatmaya devam etti.


Her bir bölge için oranın şartlarına göre farklı projeler üreten İslam düşmanları bir yandan da İran’da yapacakları ihanet planlarının aşamalarını belirlemekteydi. İran geçmiş kültürü oldukça güçlü bir gelenekten geliyordu. Onlara göre Araplar daha ilkel, fakir yeni kurulmuş bir çadır devletiydi. Kendileri ile kıyası mümkün değildi. Asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından yok edilmesi kolay kabul edilir bir şey değildi.


Bir başka deyişle Arap-İran olayı bir yanı ile inanç olayı olmaktan çıkıp, egemenlik sorununa dönüşmüştür. Bu çok eski ve köklü uygarlığa sahip olan Acemlerin çölden gelen Bedevilere boyun eğmeyi reddetmelerinden kaynaklanan bir olaydır. Şu da unutulmamalıdır ki İranlıların sasani imparatorluğuna son veren Hz. Ömer’e karşı gizleyemedikleri bir nefreti bulunmakta onun inancını da paylaşmak istememekteydiler. Bunlarla birlikte şartlardan doğan olumsuzluklar nedeniyle O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün kurumlarıyla yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, yetersiz durumda olduğundan, etkin bir eğitim verilemiyordu. Toplum asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisiyle eski yanlış inançlarından vazgeçemiyorlar, örf ve ananelerini İslâmiyet’le birlikte devam ettirmesinde, İslam dinini kendi kültürlerine göre yorumlanmasında bir beis görmüyorlardı. Bunlar islamı kabul etmiş görünseler de kendi geleneklerinden kolay vazgeçecek bir yapıda değildi. His plânında İslâmiyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı. Arap saldırıları karşısında gerileyen İran’ın hilafet sorunu ile ilgili Ali ve Ehlibeyti yaklaşımını benimsemesi rasgele bir olgu değildir. İranın fethedilmesi ile iranın İslamlaşamadığın fakat bu coğrafyada islamın İranlaştığını görüyoruz.


İran kültürü ile "imamların masumiyeti" düşüncesi arasındaki ilişkiyi çok dikkate değerdir. Fars kralları, insanları ilahi iradeyi temsilen yönetiyorlardı. Bilakis İranlılar şuna inanıyorlardı ki; “kralın kararları ve yasaları bizzat tanrının vah yetmesidir. Daha sonra kralın yerine imam konmuştur. Bundan dolayı memleketin kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmekti”.İmama karşı gelmekte aynen öyledir. İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran) ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi tesadüfî değildir. Her halükârda tanrı adına yönetim/teokrasi söz konusu çağlarda çok yaygındı ve birçok devlette var olan bir düşünce idi. İranın yanında Irak da , eski medeniyetlerin birleştiği bir yer ve Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları bulunuyordu. Aynca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşünce¬si katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğuruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun meydana geldi¬ği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar... İşte bu se¬bepledir ki Irak'ın düşünce yapısına uygun birçok felsefî görüşler, şiilik inancına karıştı. İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah (S.A.V.)'in, devrinde yaşayan Araplarla bu toplu¬luk arasında bana göre fark şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinlerindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve heveslerine uyan kişiler, acayip inanç sahipleri ve harika mezhepler yetiştirir. Bu iklimin hal¬kı gözü açık, araştırmacı, görüş ve İnançları inceleyici ve mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars kralı olan Kisralar döne¬minde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri ki¬şiler çıkmıştır. Hicaz'ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da bu zihniyette değildir."


Buradan da anlaşılacağı gibi Irak eskidenberi düşünce ve inanç¬ların birbirleriyle yarıştığı bir saha idi. Bu sebeple siyasi ve itikadı mezheplerin Irak'ta meydana gelmesi çok tabii ve şiiîiğin burada ya¬yılıp gelişmesi çok normaldi.


Eski kültürlerin dine yamanma çalışmaları bu bölgede olduğu gibi şia felsefesinin yoğun olarak yaşandığı her bölgede kendi geçmiş kültürlerinin dinin bir parçasıymış gibi algılandığını görmek mümkündür. Bu toplumlar; doğru islamı değil, o yörenin doğruları ve toplum önderlerinin öğretilerini islam kabul etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki farklı bölgelerde kabul gören şia anlayışlarının içinde her bölgenin kendi kültürleri din gibi algılanmıştır. İmamiye şiasında İran kültürü, Türk Alevilerinde şaman kültürü, zeydiye de yemen kültürü vb.


İşte Abdullah İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirerek, bölgenin kültürleriyle benzeşen malüm fikirlerini, “Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler... Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır...” diye telkinlere başladılar. Kabul gördükçe daha ileri giderek Hz. Ali’ye (ra.) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, onun evlâtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıkmasını sağladılar. İranlıların eski kültürlerinde var olan tevhit akidesini yok etmeye yönelik “Hulûl Akidesi’ni yayma işinde başarılı oldular. Hz Ali nin ölümüne bile bu akideye uygun yorum getirip ölenin bir şeytan olduğunu Ali nin ölmediğini göklere çıktığını söylemekten ve tabana yaymaktan bile geri kalmadılar.


Müslümanlar gerçek anlamda fitnenin meyvesiyle ilk ayrılık tohumuyla bu bölgede tanışmış oldu. Fesatların faaliyetleri belde belde devam etti. Her coğrafyanın yapısı ve kültürüyle uyumlu getirilen batıl yorumlar farklı şia anlayışlarının oluşmasına neden oldu.


Bu grubu zamanla Yahudiler, Mecusileri ve Hinduları da yanlarına alarak, Yahudi, Mecusi ve Hindu inançlarını İslam inancı olarak yaydılar. İşte bugünkü anlayışın ilk mimarı ilk temel atıcıları bir grup oluşturdular. Bunlar; Abdullah ibni sebe ve sebailer, rafiziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in hepsi şii'dirler. Aslında bu grupların bir coğu kendi menfaatleri için ortaya çıkmış, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi Ali oğlu imamlar'ı öldürmekten bile geri durmamışlardır. Zaten Ali Oğulları bu Sebeiyye fırkasını hep lanetlemişlerdir. Bu konuda bazı tarih kitaplarından alıntı yapacak olursak;


El-Keşi, Rical isimli kitabında bazı ehli ilimin şöyle söylediklerini naklediyor: Abdullah bin Sebe Yahudi idi. Müslüman oldu, Hz. Ali’ye tâbi oldu, (Yahudi iken de taşkınlıkta bulunurdu ve Yuşa bin Nun Musa aleyhisselamın vasisiydi diyordu.) Resulullahın vefatından sonra da Hz. Ali hakkında aynısını söyledi. İlk önce açıkça Hz. Ali’nin imamlığının farz olduğunu söyledi ve kendilerine karşı gelenleri kâfirlikle itham etti. Buradan da anlaşılacağı gibi Rafızilik temel inançlarını Yahudilikten alınmıştır. (Rical el-Keşi – sy.101 Müessetül eâlimi bikerbela el ırak)


Abdullah İbni Sebe, hile ve tuzak kuran casusluk eden bir kişi olduğu için kendini kamufle etmiş herkese değişik şeyler söylemiş, izini belli ettirmek istememiştir. İşte bu yüzden tarihçiler Abdullah bin Sebe’nin kimliğinde, aşireti ve memleketi hakkında çeşitli haberler vermişlerdir. Bununla birlikte günümüz bilmiş bir kısım düşünürlerle birlikte bazı şia düşünürleri Abdullah ibni sebenin sanal olduğunu iddia eder bugünden geçmişteki pencereye perde çekmeye kalkarlar. Oysa bu sürecin yaşandığı dönemlerde yaşamış elli insanın bunu doğrulayan eserleri vardır. Bunlardan başka yine o dönemde yaşamış şia Alimlerinden Abdullah ibni sebenin varlığı kabul edenler on kişinin üzerindedir. Bunlardan El Naşi , El Kami, Nubahti, Taberi ,Ebi Muhnif, vb. günümüz yazarlarından Dr. Ahmet bin Abdullah bin İbrahim el Zağibi’nin El unsuriyye tul yahudiyye kitabında bu konuyu anlatmaktadır..


El- Nubahti, Şii Fırkası kitabında şöyle diyor: Abdullah bin Sebe, Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı ve diğer Eshabı kötülemeyi başlatandır. Ali aleyhisselamın emrettiğini söylerdi. Ali (a.s) onu çağırıp böyle söyleyip söylemediğini sordu, söylediğini itiraf etti. Bunun üzerine öldürülmesini emir verdi. İnsanlar araya girdi feryat ettiler, Müminlerin emiri! Seni ve ehl-i beytin sevilmesini ve dost edilmesini söyleyen birisini mi öldürüyorsun! Ali (a.s) onu o zamanın Fars devletinin başkenti olan Medayin’e sürdü.


Medayin’de Ali’nin (a.s) ölüm haberini duyuran kişiye Abdullah bin Sebe şöyle dedi: Onun öldürüldüğünü ispat eden adil yetmiş kişi getirsen ve yetmiş paket içinde onun beynini getirsen yine de onun ölmediğini ve öldürülmediğini biliriz. Tüm yer küresine hakim olmadan da ölmez. (Nubahti, Firak el şia s. 43-44 Haydariye matbaası baskısı Necef. Irak Hicri 1379-Miladi1959)


İbni Sebe’nin, kuzeyde bulunan göçmen bedevi kabilelerinden olduğu sonra milattan 800 sene önce Yemen’in güneyine inen veya Aşurilerin baskısı üzerine kuzeyden göç edip Yemen’e yerleşen arab kabilelerinden olması muhtemeldir. (Arap tarihi hakkında konferanslar, Ali Salih el Alyi, 1/21)


İbni Sebe (humeyr) kabilesindendir. Humeyr kabilesi, Humeyr bin el Gavse oğlu Sead oğlu Avf oğlu Malik oğlu Zeyd oğlu Sedid oğlu Humeyr oğlu küçük Sebe oğlu Lehia oğlu Humeyr oğlu Sebe oğlu büyük Yeşcab. Humeyr el Gavs o Humeyr el ednidir. Yurtları Yemen’dir. San’a şehrinin batısında Humeyr semtindedir. (Yakut el Hamevi, Meacimil bulden 2/306)


Taşkın fırkaların ikincisi de Allahü teâlâdan başkasını ilah edinenlerdir, bunların başında ise Humeyri Abdullah bin Sebe ve arkadaşları gelir. (İbni Hazm, El-Fasıl Milel vel Ehve 5/36)


İbni Sebe, Hemadan kabilesindendir. Hemadan, Kehlan ve el Kahtaniye kardeşlerdir, bunlara Hemadan oğulları denir. İkamet yerleri ise Yemen’in doğusudur. (El- Belaziri, Eşreflerin soyu 5/24), El- Eş’ari el-Ka’mı, Mekalet vel Fırak s. 20) (Furazdak divanı s. 242/243)


Rida Kehale’nin Mu’cem kabailil Arab kitabında da (3/1225), El-Belaziride olduğu gibi soyu şöyledir: (Abdullah bin Sebe oğlu Vehbil Hemadani ) El- Eş’ari El Kami de ise şöyledir: (Abdullah bin Sebe oğlu Vehbil Rasibi el Hemadani)


İbni Sebe (El-Hira) ahalisindendir. Abdullah bin el-Sevda, Sebeiyyenin fitnelerinin yayılması için ona destek oluyordu ve kökü el Hira Yahudilerinden idi, müslüman olduğunu ilan etmişti. (Abdul Kahiril Bağdadi, el-fırak beynel fırak s.235)


İbni Sebe, zimmî idi. Rum asıllı idi müslüman olduğunu ileri sürdü, sözlü ve fiili bid’atler meydana çıkardı, Allah ona lanet etsin. (İbni Kesir, Bidaye ve Nihaye 7/190)


Abdullah bin Sebe, Yahudi asıllı olup San’lıdır. (Taberi Tarihi 4/34)


Abdullah bin Sebe, Sebeiyye fırkasındandır, bunlar Rafizilerin taşkınlarıdır. Yemen Yahudilerindendir. (İbni Asakir, Dimaşik Tarihi 3/29)


İbni Sebe’nin müntesip olduğu kabilesi hakkında deniyor ki:


İbni Sebe’nin anası ise Habeşli (Siyahi-zenci) idi. (Taberi Tarihi 4/326-327)


Anasının siyahi olması sebebiyle İbni Sebe’ye çok defa (siyah kadının oğlu manasına gelen) ibni Sevda da denir. (İbni Habib, el Mahcer s. 308)


İbni Sevda, Basra’da bulunan Hâkim bin Cebele misafir oldu. (Taberi Tarihi 4/327)


İbni Sevda Mısır’a gittiğinde.... (Zehebi, İslam Tarihi 2/122)


Abdullah bin vehb oğlu Sebe, İbni Sevda adıyla bilinir. (El Mukrizi, el Hutat 2/356)


İbni Asakir Tarihinde (29/7-8) diyor ki;


Ammar El Dihni dedi: Eba El Tufeyden işittim diyor ki: (Müseyyib bin Necbe ile ibni Sevda’yı, Ali minberde iken, camiye girdiklerini gördüm. Ali onlara hitaben buyurdu ki, sizin bu hâliniz nedir? Müseyyib dedi ki, bu Allah ve Resulüne yalan söyler, iftira eder. Ebu Bekir’e ve Ömer’e kötü söz söyler) Zeyd bin Vehb yoluyla Hz. Ali’nin şöyle dediği bildirilir:


(Ben bu siyahiden beriyim, uzağım, söyledikleriyle hiçbir ilişki ve alakam yoktur.)


(Allah ve Resulüne yalan söyleyen şu zenciyi cezalandırmamda beni kim mazur görmez ki!)


Müsteşrik Hodgeson, İbni Sebe’nin ihtimalle Yahudi olmadığını söylüyor. İtalyan Levi Della Vida onu destekliyor, bu sözünü teyiden de İbni Sebe’nin Arab kabilesi olan Hemadanlı olmasını gösteriyor.


Kişinin arab kabilesinden olması Yahudi olmamasını gerektirmez. (Dr. Abdurrahman Bedevi Mezahibil İslamiyyin 2/30)


Bazı kabileler Yahudi idi. Humeyr, Kenne oğulları, el Keab bin Haris oğulları ve Kende Yahudi idiler. (İbni Kuteybe, Mearif s.266)


İslam’dan önce Yemen asıllı Yahudilerin çoğu Arap asıllıdır. (Dr. Cevad Ali, Arap tarihi 6/26)


Bu sapkın Yahudi’yi kabul etmek istemeyen İnanç önderlerine neyi delili gösterirseniz gösterin olumlu bir tepki vermeyeceği bilinen bir gerçektir. Önderi olduğu bir akidenin temel taşının bir Yahudi olduğunu kabullenip cematine acıklamak gelenekci bir yapı için hiç mümkün değil. Burada söylenilen yeni bir buluş ya da keşif değil aldatılmak istenen, aldanmak üzere olan insanlara malumun bir kez daha ilanından başka bir şey değildir


Abdullah İbni Sebe’nin var olduğunu sadece Ömer bin seyf’mi iddia etmiştir


Bir kısım şiacıların ibni Sebe’yi inkâr etmelerinin nedenini, insanlar arasında ibni Sebe’nin haberlerinin yayılmasında tek kaynak Taberi’ olduğu ve bu haberlerin tamamı Seyf bin Ömer’in rivayetlerine dayandığı, bu sebeple Cerh ve Tadil âlimleri Seyf’in zayıf biri olduğunu sözüne dayandırmaktadırlar. Hâlbuki İbni Sebe hakkında ki haberlerin tek kaynak Taberi olması ve bu haberlerin tamamının Seyf bin Ömer’in rivayet etmesi iddiası doğru değildir Seyf’ten bazı rivayetler vardır Taberi’de bu rivayetler yoktur. Örnek:


1- İbni Asakir yoluyla (t. 871 h.) kendi Tarih kitabında (29//9) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberide yoktur.


2- Maliki (t. 741 h.) yoluyla Temhid ve Beyan kitabında (s. 54) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberi de yoktur.


3- Zehebi yoluyla (t. 748 h.) İslam Tarihi kitabında (2/122-123) Seyf bin Ömer’den rivayet var, yine bu rivayet de Taberide yoktur.


Bu üç yolla gelen rivayetler gösteriyor ki: İbni Sebe hakkındaki haberleri veren Seyf bin Ömer’in bildirdiği rivayetleri sadece bildiren Taberi değildir. Demek ki bu haberlerin tek kaynağı Taberi değildir.


Sia tarihcilerinden, Sia kaynaklarina gore muteber kisiligiyle bilinen el-Kesi de itiraf etti: El-Kesi, Rical isimli kitabinda bazi ehli ilimin soyle soylediklerini naklediyor: Abdullah bin Sebe Yahudi idi ve musluman oldu, Hazret-i Ali’ye tâbi oldu, (Yahudi iken de taskinlikta bulunurdu ve Yusa bin Nun Musa aleyhisselamin vasisiydi diyordu.) Resulullahin vefatindan sonra da Hazret-i Ali hakkinda aynisini soyledi. Ilk once acikca Hazret-i Ali’nin imamliginin farz oldugunu soyledi ve kendilerine karsi gelenleri kâfirlikle itham etti. Bunun icin Siaya muhalif olanlar diyor ki: (Rafizilik temel inanclari Yahudilikten alinmistir.) (Rical el-Kesi s.101 Muessetul eâlimi bikerbelae el irak)


Siilerin cerh ve tadil imami el-Memakani de tenkihil makal kitabinda el-Kesi’den naklederek ayni sozleri kitabina almistir. (Memakani, Tenkihil makal, s.184, cild 2 Tahran)


Nubahti kimdir?


El Nubahti, butun sia kaynaklarinca durustlugu ve saglam oldugu bildirilen, kendi zamani ve ucuncu asrin oncesi ve sonrasi ustun saydiklari, sia tarihcilerince el-Necasi lakapli, sianin muteber kabul ettigi âlimlerinden biridir. (el- Fihrist lil Necasi, s. 47 Hind baskisi Hicri 1317)


El-Tusi, Nubahtinin, guvenilir oldugunu, kelamci, filozof ve imamiyye itikadinda oldugunu soylemektedir. (Fihrist El-Tusi, s.98 Hind baskisi Miladi 1835)


Nurullah El-Tusturi de Nubahti hakkinda soyle demektedir: (O, el hasan bin musa el Nubahti’dir. Cerh ve tadil âlimlerinin en buyuklerindendir.) Ayrica, el-Tusi gibi, Nubahti’nin guvenilir oldugunu, kelamci, filozof ve imamiyye itikadinda oldugunu soyluyor. (Meclisil Muminin lil Tusturi, s.77 Iran baskisi)


İbni Sebe hakkındaki haberlerin tek kaynağı sadece Seyf bin Ömer olması iddiası görüldüğü gibi asla doğru değildir. Bazı rivayetler vardır ki Seyf, senetlerinde yoktur. Araştırmalarda görülen şudur ki, hiçbirinin senedi Seyf bin Ömer’e dayanmıyan birkaç nassı İbni Asakir’in tarihinde mevcuttur. Bundan seçilmesinin nedeni ise, Taberi’de olduğu gibi, bildirdiği haberleri rivayetlerine dayandırmasıdır.


Birincisi: İbni Asakir’in zikrettiği ve senedini el Şabi’ye dayandırdığı haberdir. Dedi ki: İlk Allah’a yalan söyleyen Abdullah bin Sebe’dir.


Bu konuda bir çok rivayet mevcuttur. Bunlardan;


İbni Asakir’in senediyle Ammar el Dehni’ye dayandırdığı haberde diyor ki: Eba el Tufeyl’den duydum diyor ki: Ali minberdeyken Müseyyib bin Necbe’nin İbni Sevda’yı getirdiğini gördüm, Ali buyurdu ki: Onun suçu ne? Dedim ki: Allah’a ve resulüne yalan söylüyor.


Yine bir rivayet: İbni Asakir’in senedi ile Zeyd bin Vehb’e dayandırdığı haberde diyor ki: Hz. Ali buyurdu ki: Ben bu siyahiden beriyim. Bir başka rivayet: İbni Asakir’in Şu’be senediyle, o da Seleme’den naklen diyor ki: Seleme dedi ki:


Eba el Za’radan duydum o da Hz. Ali’nin şöyle dediğini bildirdi: Bu siyah yağ küpünden ben beriyim.


Diğer bir rivayet: İbni Asakir’in Şu’be senediyle o da Seleme bin Kehil o da Zeyd’den naklen dedi ki: Ali bin Ebi Talip buyurdu ki: Abdullah bin Sebe’yi kast ederek - Ben bu siyah yağ küpünden beriyim - çünkü o Ebi Bekir ve Ömer hakkında ileri geri konuşuyordu-


Benzer bir rivayet: İbni Asakir’in senediyle Seleme bin Kehil o da Haciyye bin Adıy el Kendi’den naklen dedi ki: Hz. Ali’yi minberde gördüm şöyle buyuruyordu: Şu Allah ve Resulüne yalan söyleyen siyah yağ küpünü İbni Sevda’yı kast ediyor- cezalandırmamda beni kim mazur görmez ki! Bunu öldürdüğüm için bazı kimseler beni kınamayacak olsa, Nehr ahalisinin kanlarına benim sebep olduğumu iddia ettikleri gibi bunlardan bir tepe oluştururdum. [Bunların hepsini öldürür, üst üste koyardım.]


Verilecek rivayetlerden biri daha: İbni Asakir’in senediyle Ebu Ahvas o da Mugireden o da Semmak’dan naklen dedi ki: Ali, İbni Sevda’nın Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in üstünlüğü hakkında ileri geri konuştuğunu duyunca hemen onu çağırdı bir de kılıç istedi. [Öldürmekten vazgeçti] Onunla konuştu ve benim bulunduğum şehirde bulunmayacaksın dedi. Medayin’e sürgün etti. İbni Asakir, Tarih Dimaşik (29/7-10)


Seyf bin Ömer’in Cerh ve Tadil âlimlerince muhaddis olarak zayıf bilinmektedir. Bu cümleye dikkat edilmesi yerinde olacaktır. Alimlerin bu cümlesi sadece muhaddis alanında demektedir. Tarihten bahsedilmemektedir.


Zayıf olduğu nakledilen kitaplar; Nesai, fidduafe vel metrukin kitabında (s. 14) (Seyf bin Ömer el Dabi zayıftır), Ebi Hatim Cerh ve Tadil kitabında (2/278) Seyf bin Ömer hadisleri alınmaz, onun hadisleri Vakidi’nin hadisleri gibidir. İbni Muin de aynı kaynakta (2/278) Seyf’in hadisleri zayıftır. Zehebi de Kütübü sittede rivayetleri zayıf olanlar arasında zikredip, onun zayıf olduğunu İbni Muin ve başkaları bildirdi demekle yetinmiştir. İbni Hacer de Takrib kitabında (1/344) : (Seyf Hadisleri zayıftır.) İbni Hibban da Mecruhin kitabında (1/345): (Seyf bin Ömer el Dabi El Esedi Basra ahalisindendir. Zındıklıkla itham edilmiştir.


Şimdi burada ilim ehlinin sözlerini nakletmeden, Hadis rivayetçileri ile tarih rivayetçilerini birbirinden ayırmak lazımdır. Zira birincisi üzerine hükümler ve ceza hukuku kurulur ve bu yönüyle dini hükümlerin oluşmasında direkt bağlantılıdır. Bu nedenle Ulema hadis ravilerinde bazı şartlar aramışlardır. Ama Tarih haberlerini veren habercilerde bu şartlar önemli ise de, biraz farklıdır. Özellikle de bu haberler Sahabe ile ilgili ise ancak tarih haberleri, Hadis gibi fazla incelenmez. Bu ölçüde de Seyf bin Ömer’in de Hadis ve Tarihçi yönlerini gözetmek gerekir. Bu konu hakkında geniş bilgi için Muhammed Emhazun’un Mevakiful sahabe fil fitne kitabına (1/82-143) bakınız.


İbni sebenin varlığı, görüldüğü yerler, yaptığı fitne fesatlar bunların dışında onlarca kitapta mevcuttur.